
Tarikatların İslam uygarlığını ve ona zemin hazırlayan hayatı şekillendirmelerindeki rolü günümüzde sosyal tarih çalışmalarının başlıca inceleme konuları arasında. Biz bu müesseselerden Mevleviliğe ait bazı bilgileri sizinle paylaşıyoruz. 800 yıllık bir kültürün izlerini sürüyor; son resmi makam çelebisi Celaleddin Bâkır Çelebi’nin kızı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin 22. kuşaktan torunu Esin Bayru Çelebi’yle birlikte, bugünden geçmişe uzanıyoruz.
Mevlâna soyundan Abdülhalim Çelebi’nin (1920’de I. TBMM’de II. Meclis Başkanı), oğlu Muhammed Bakır Çelebi’nin torunu ve son makam çelebisi Celaleddin Bakır Çelebi’nin kızı. Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu. Uluslararası Mevlâna Vakfı II. Başkanı.
2 Nisan 1949 Halep doğumlu. 1955’de ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Eğitimine Özel Işık Lisesi İlkokul kısmında başladı ve aynı okulun lisesinden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı Arapça ve Farsça Dilleri Bölümü’ne devam etti. 1972 yılında Yenikapı Mevlevihanesi’nden Osman Bayru ile evlendi. Azra ve Esra adlı iki kız çocuk sahibi. İngilizce ve Arapça dil öğrenimini çeşitli kurslarla sürdürdü. Değerli Mesnevihan Şefik Can’ın derslerine katıldı.
Handan Yalvaç: Sizin 800 yıllık soyağacınızın bugüne kadar bilinir olması çok önemli geliyor, bana. Zannediyorum 1360’lara kadar Eflaki yazıyor. Sonra Mevlevihanelerde bir kayıt sistemi mi var?
Esin Bayru Çelebi: Makam çelebileri var. Onların gözetiminde, denetiminde; tayinlerin, önemli olayların, tamir ve onarımların kaydedildiği bir sistem mevcut. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled soyundan gelenler, genellikle makam çelebisi onlar.
Handan Yalvaç: Sizin babanız, dedeniz makam çelebisiydi.
Esin Bayru Çelebi: Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, dedemin babası Abdülhalim Çelebi’ye kadar hepsi makam çelebisi. Abdülhalim Çelebi Tekke Zaviye Kapatılma Kanununa kadar Konya’da makam çelebisi. Bu kanun çıkmadan önce Abdülhalim Çelebi Ankara’ya gidiyor, Atatürk’le birlikte konuşuyorlar. Tekke Zaviye kanunu sonrasında tekrar konuşuyorlar. O sırada Türkiye sınırları dışında en yakın Mevlevihane Suriye’de, Halep’te. Birlikte verdikleri kararla, büyükbabamı yani Abdülhalim Çelebi’nin oğlu Muhammed Bâkır Çelebi’yi oraya gönderiyorlar. O Mevlevihanenin başına şeyh olarak gönderiliyor. Kısa bir zaman sonra Abdülhalim Çelebi Hak’ka yürüyor, vefat ediyor. O zaman sınırların dışında da Mevlevihaneler var, o Mevlevihanelerin şeyhleri de Bakır Çelebi’nin makam çelebiliğini kabul ediyorlar. Makam da Konya’dan Halep’e geçmiş oluyor. Çok erken ölüyor büyükbabam, 42 yaşında.
Handan Yalvaç: Babanız o sırada okulda mı?
Esin Bayru Çelebi: Evet. Hatta babası öldüğü zaman İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nde okuyor. Okul devresi bitince annesinin yanına Halep’e gidiyor. Babam Arapça, Fransızca ve İngilizce bilirdi. Hukuk eğitimi almıştır.
Handan Yalvaç: Annesi yani babaanneniz, İzzet Hatun da Mevlevi mi?
Esin Bayru Çelebi: Hayır. Mevlevilikle ilgisi yok. Halep’te tanışıyorlar. Babaannemin babası, Suriye Osmanlı topraklarındayken oraya gönderilmiş bir Olağanüstü Hal Valisi-Fevkalade Kumandanı, Çerkez Mehmet Bey. Sınırlar değişince orada kalmışlar. Büyükbabamla evleniyorlar ve Halep Mevlevihanesi’nin harem kısmında yaşıyorlar. Babam, halam orada doğuyorlar. Babam 17 yaşındayken makam çelebisi oluyor, babasının ölümünden sonra; Şam, Lazkiye, Trablus, Kahire ve Kıbrıs’taki şeyhlerin Halep’teki toplantıları sonucu makam çelebisi seçiliyor..
Amcası Abdül Vahid Çelebi vekâlet ediyor. 1 yıl sonra da Mevlevihane kapatılıyor. Mevleviler babamı manevi bir büyük olarak sayarlardı. Babam 10 yıl önce Hak’ka yürüdü 1996’da. İstanbul’da vefat etti. Dedelerimizin yanına, Konya Üçler Mezarlığına defnedildi. Ondan sonra da Mevleviler erkek kardeşim Faruk Hemdem Çelebi’yi manevi büyük olarak saydılar. Bugün için soydan gelen manevi bir büyük.
Handan Yalvaç: Sonra babanız İskenderun’a gidiyor. Siz orada mı doğdunuz?
Esin Bayru Çelebi: Hayır ben Halep’te doğdum. Babam İstanbul’a geldiğinde annemi görüyor. Annemle (Fatma Güzide Hanım), babam teyze çocukları. 1947’de yaz tatilinde annemle tanışıyorlar. Sonra da evleniyorlar. Beş çocukları oluyor. Esin, Faruk, Emel, Neslipir ve Gevher.
Handan Yalvaç: Esin Hanım biraz da babanızın Halep Mevlevihanesiyle ilgili anılarından söz edelim mi ?
Esin Bayru Çelebi: Babamın “Hz. Mevlâna Okyanusundan” adlı bir kitabı var orda, o yılları heyecanla anlatıyor: “Orayı vatan parçası diye telakki etmemin sebebi, Arap memleketlerinden birisinde olan bu tekkenin gercek bir Türk kültür merkezi olmasındandır. Evet, kapıdan içeriye girer girmez, her Türk yolcusu sanki vatanına kavuşur, her yabancı Türkiye’de hissederdi kendini. Orada yalnızca Türkçe konuşulurdu (…) Hatıralarımda canlı yaşayan kişilerden biri de, Bahçevan Dede idi. O, vatan hasretini gidermek için, çiçek öbeklerine, anavatandan bazı şehir ve mahalle adlarını vermişti. Çiçekleri de öyle anardı, ağaçları da Bu Meram gülüydü, öbürü Karaman çamı. Bu Üsküdar menekşesi, öbürü Maraş kavağı gibi..”
Handan Yalvaç: Bir de Ahçıdede var , babanızın hayatında önemli bir yeri olmuş.
Esin Bayru Çelebi: Evet, kitapta heyecanla anlatıyor,onu ; ”Tekkede Ahçı Dede’nin de ayrı bir yeri vardı. Son Konya Çelebisi, ilk Büyük Millet Meclisi Reis Vekili; büyükbabam Abdülhalim Çelebi”nin çilekeşi, babam Muhammed. Bâkır Çelebinin, amcam Abdül Vahid Çelebinin ve bendenizin “sema” dedesiydi. Neyzen Tevfik’in de gençlik arkadaşıydı (…) Plaklar yaygınlaşıncaya kadar, musikinin her türlüsünü; ney üfleyen, keman çalan nur yüzlü bir Dede’den dinlerdik. Dede Aşk-ı İlahi ile aşk-ı Mevlâna ile sığındığı yerde, vatan hasretini gençlik hatıralarıyla birleştirirdi, sanki. Duygularının ifadesiydi çaldıkları. Yarı kapalı gözlerinden akan yaşlar beyaz sakalından süzülerek inerdi. Zengin bir repertuvarı vardı, Dede’nin. Kimi zaman Tasavvuf musikisi, Klasik Türk Musikisi, İsmail Dede Efendi, Zekai Dede Efendi, Buhurizade Mustafa Itri, Hafız Post gibi… Kimi zaman da batı müziğinin şaheserleri; Beethoven, Chopin, Bach birbirini takip ederdi.” Tekkeler kapandıktan sonra da Halep’de kalmaya devam ettik. Sonra önce biz İstanbul’a geldik.
Handan Yalvaç: Kaç yaşında geldiniz İstanbul’a?
Esin Bayru Çelebi: İlkokul I. sınıfta geldim. O zaman anneannemin yanında kalıyorduk. Sonra da babam Suriye’deki topraklarını bir Suriyeliye sattı ve karşılığında onun Hatay’daki topraklarını aldı..Amik ovasında bir süre ziraat ve çiftçilikle uğraştı Daha sonra o da İstanbul’a geldi ve ailemiz birleşti.
Handan Yalvaç: Eviniz ziyaretçilerle dolup taşarmış.
Esin Bayru Çelebi: Babamın dostları çoktu, Evde sürekli sohbet toplantıları olurdu.
Handan Yalvaç: Kimler gelirdi, babanızın dostları arasında kimler vardı?
Esin Bayru Çelebi: Çok dostu vardı; Abdülbâki Gölpınarlı, Refi Cevat Ulunay, Münir Çelebi, Selman Tüzün, Resuhi Baykara, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Şefik Can, Hattat Hâmit Aytaç, Münevver Ayaşlı, Nezihe Araz, Safiye Ayla, Saadettin Heper, Halil Can, Ulvi Erguner, Kâni Karaca, Ahmet Bican Kasapoğlu, Nezih Uzel, Nevzat Hanım, Süleyman Hayati Loras, Mehmet Önder, Fevzi Halıcı gibi…Evimiz kimin öğretmen, kimin talebe olduğu belli olmayan bir dershane gibiydi. Pek çoğu tekke terbiyesi görmüş ilim adamları, yazarlar, müzisyenler ve onları dinlemeye gelenler; kısaca Hz. Mevlâna’ya gönül verenler, 60 70 kişi o günlerde bu toplantıların müdavimi idiler.
Handan Yalvaç: Babanızın Mevlevi kültürünün tanınmasında, yaygınlaşmasında pek çok çabası olmuş.
Esin Bayru Çelebi: Çok. Kendisini Türk ve özellikle Mevlana ve Mevlevi kültürüne adamıştı. Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde birçok konferans verdi. O’nun çabalarıyla Unesco 1991 senesini “Yunus Emre Yılı” ilan etti. 1989 yılında babama Konya Selçuk Üniversitesi tarafından “Şeref Doktoru” ünvanı verildi.
Handan Yalvaç: Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte aileniz çok büyük değişiklik yaşamış olmalı, hayatı sürdürmek açısından.
Esin Bayru Çelebi: Hz. Mevlana torunu olmak Allah’ın bize verdiği bir lütuf, büyük bir hediye. Bütün gayretimizle de bu hediyeyi taşımaya çalışıyoruz, bir de insanların cetleriyle iftihar ettikleri şeyler vardır. (Bu kelimeyi hayatımda ilk defa kullanıyorum) Abdülhalim Çelebi babamın büyükbabası, günün makam çelebisi, Mevlevilik tarikatının lideri Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’e yardımcı olmuştur. Manevi destek olanlara verilen yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. I. Meclis zamanında Gazi Mustafa Kemal Meclis Başkanı, Abdülhalim Çelebi de 2. Başkan oldu. Torun olarak iftihar ettiğim bir şeydir, bu.
Handan Yalvaç: Peki tekkelerin kapanmasına gönüllü ikna oluyorlar mı?
Esin Bayru Çelebi: Mutlaka ikna ediliyor kendisi de, yani “gönüllü” kelimesini bugünkü günde söyleyemem. Bilemem o zaman neler yaşandı ama gereken oydu ki o yapıldı ve bize de bu terbiye verildi; “Yasalara saygılı olmak”. Babama da verilen budur. Hatta, bakın mesela Tekke Zaviye Kanunuyla bütün tekkelerden orada yaşayan herkes kendi şahsi eşyalarını alıp çıkmışlardır. Çünkü geri kalan her şey vakıf malıdır. Vakıf malı olan hiç bir şeye el sürülmemiştir. Binası, kütüphaneler, değerli halılar, değerli eşyalar. Bir de Mevlevihanenin yaşaması için vakfedilmiş koca bahçeler, zeytinlikler. Yenikapı Mevlevihanesini ele alalım. Biliyorsunuz Mevlanakapı denilen mahalle neredeyse Zeytinburnu’nun yarısından fazlası Mevlevihanenin toprakları. O arazi ta denize kadar Yenikapı’nın malı. Ekilip biçiliyor, fazlası satılıyor. Hepsi organize ediliyor. Yenikapı’daki mutfaktan matbah-ı şerif’ten yemek yapılıp civardaki fakirlere dağıtılıyor aşevi gibi. Çok büyük bir fırın varmış. Mahallenin ekmeği oradan çıkarmış. Şu anki Valide camiinin olduğu Laleli’deki arazi de Yenikapı’nın vakfedilmiş bir arazisiymiş. Valide Sultan oraya camii yapmak istediğinde, diyorlar ki “vakıf malı, biz size veremeyiz”. Onun üzerine kiralanıyor. Valide Camii yapılıyor. Her sene belli bir miktar altın saraydan Yenikapı’ya gidermiş o arazinin kirası, diye. Ama hepsi vakfa bırakılmış. Mevleviler şahsi eşyalarını alıp çıkmışlar. Bazen soruyorlar: “sizde Hz. Mevlana’dan kalan bir şey var mı?”. Hayır böyle bir şey yok. Bunların hepsi türbenin olduğu Konya’daki müzeye bırakılmış.
Handan Yalvaç: Tekkeler bir süre sonra Suriye’de de kapatılıyor. Aileniz nasıl etkileniyor, bu durumdan?
Esin Bayru Çelebi: Hiçbir şekilde ailede negatif düşünülmüş bir şey değil. Amerika’da Atatürk’ü büyük bir sevgiyle anlattım. Bana “Atatürk ailenizi altüst etmiş, sizin manevi varlığınız, bunların hepsi yok olmuş, mal varlığı yok olmuş” diyorlardı. Ben de şu cevabı verdim: Bir kurtuluş savaşı verilmiş. O savaşın başında Atatürk olmasaydı bugün artık biz biz olmayacaktık. Yurdumuz işgal altında olacaktı. Bunu teyit eden bir şey de söyleyebilirim size: Konya’da “Çelebi Evi” diye isimlendirilen; restore edilmiş bir ev var. Çelebiler, zamanında onu kendi paralarıyla almışlar. Tabii ki o zaman da herkesin bir cep harçlığı var, bir yaşam şekli var.
Türbenin etrafı restore ediliyor. Tapusu ailenin olan evi de istiyorlar. Babam o zaman 16 yaşında. Büyükbabam ona “Ne dersin?” diye soruyor. Babam diyor ki “Siz bilirsiniz” “Her türlü yetki sende olsaydı ne derdin?” diye tekrarlıyor soruyu, büyükbabam. Babam diyor ki “Madem devlet istiyor, verirdim.” Onun üzerine büyükbabam büyük bir sevgiyle babama sarılıyor-bu babamdan nakil “Aferin Celal ben de senden bu cevabı beklerdim” diyor. Evin tapusu da devlete veriliyor. Uzun zaman müze müdürünün lojmanı oldu orası. Babam bizi Konya’ya götürmüştü. Kardeşim Faruk Çelebi’yle beraber, daha çocukken. Mehmet Önder Bey zamanında, biz o evde kaldık.
Handan Yalvaç: Nasıldı?
Esin Bayru Çelebi: Çok güzel bir şey. Ben hayatımda Mevlana’yı bir kez rüyamda gördüm, o gece.
Handan Yalvaç: İlk sema törenini ne zaman izlediniz?
Esin Bayru Çelebi: Hatırladığım kadarıyla 9 yaşlarında Konya’da izledim. Ondan önce Halep’teydik, Mevlevihane kapalıydı. Babaannemle beraber Konya’ya gitmiştik.
Handan Yalvaç: Sema töreni sizi nasıl etkiledi. Heyecanlandınız mı?
Esin Bayru Çelebi: İçinde yaşadığımız için etkilenmedim. Hepsi masal gibi, örneğin mesnevideki hikâyeleri biz çocukken babaannemden dinlerdik.
Handan Yalvaç: Babanızı sema ederken gördünüz mü?
Esin Bayru Çelebi: Hayır sema ederken görmediğim gibi babamın birçok yerde destarlı resmi var, ben hayatımda o kıyafetle de onu hiç görmedim.
Babam son derece modern fikirli bir insandı. Ancak hastalandığında, kalp rahatsızlığı geçirmişti, destar yaptırdı kendisine (Destar, Mevlevilerin belli bir mertebeye gelmişlerine makam çelebilerince verilen rütbeyi ifade eden, başındaki sikkenin etrafında sarılı olan sarık.. Mesnevihan destarı, şeyhlik destarı gibi çeşitleri var). Konya’da yakasız mintan, hırka diktirdi. Çantasına koydu fotoğrafçıya gitti, yalnız başına. Fotoğrafçıda giyinip o kıyafetle bir kaç poz resim çektirdikten sonra giysilerini çıkarıp çantasına koymuş. Yani biz babamı o kıyafetle hiç görmedik. Ama sanki bütün dünyaya miras bırakmış gibi dünyanın bir çok yerinde o fotoğraf var.
Handan Yalvaç: Mevlevihaneler yüzyıllarca varlığını sürdürdü, oradaki sistemi bize anlatabilir misiniz, Mevlevihanelere kabul nasıl oluyordu, nasıl Mevlevi olunuyordu?
Esin Bayru Çelebi: Mevlevihaneler zamanında şöyle bir sistem var: Mevlevihane’ye müracaat eden bir kişiye önce ahlaken doğru mu, gerçekten bu eğitimi alabilir mi diye araştırma yapılıyor. Araştırma neticesinde olumlu bir puan almışsa, annesinin babasının rızası var mı, yok mu diye soruluyor. Hani çocuğu için ne hayali var, çocuğun gidip bu eğitim yuvasına girmesini onaylıyorlar mı açısından.
Handan Yalvaç: Yaş sınırı var mı, peki?
Esin Bayru Çelebi: Bir yatılı okul gibi düşünün Mevlevihaneleri, genç yaşta geliyorlar. Evi, barkı, çoluk çocuğu var ise yatılı okulda kalması zor. Onlar farklı. Öyle biri geldiğinde o da eğitim alıyor ama akşam olunca evine gidiyor. Muhibbanlar, Mevleviliğe ilgisi olanlar var. Sempatizan başka bir deyişle. Onlar da belli zamanlarda geliyorlar, sema izliyorlar. Şimdi olduğu gibi. (Galata Mevlevihanesi’nde her Pazar var.) Yatılı, evci ve arada bir gelip gidenler var. Bir de her Mevlevihane’de bu eğitim yok. Büyük Mevlevihanelerde, asitanelerde geçerli bu sisitem, küçük zaviyelerde değil. Daha çok hocanın olduğu, yani dedelerin olduğu Mevlevihanelerde eğitim veriliyor.
Handan Yalvaç: Belli bir dönem çok sayıda Mevlevihane açılmış?
Esin Bayru Çelebi: Ama bazıları zaviye bazıları asitane, o büyüklere asitanelere müracaat ediliyor. Böyle bir yere müracaat etti diyelim. 3 gün mutfakta; bir post üzerinde oturuyor ve oradan mutfağı izliyor. Yemeğini veriyorlar, suyunu veriyorlar, ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Mutfak malum evin kalbi gibi. Ayakkabıları da yanında ,onu da almıyorlar, Kimse konuşmuyor kendisiyle, etkilenmesin diye. Bir yandan izliyor,bir yandan izleniyor . Sabrı ne kadar, etrafıyla ne kadar ilgileniyor gibi . Dedeler de onu gözlüyor, onu bekleyen hayatı yaşayabilir mi, yaşayamaz mı diye.
Handan Yalvaç: Mutfak dediğiniz?
Esin Bayru Çelebi: Büyük mutfak, yemek pişirilen yer. Matbah-ı şerif diyoruz. Bir Mevlevihane’de şeyh efendiden sonra ahçıbaşı gelir. Bir yemeği pişirmek, ona lezzet katmak nasıl bir maharet isterse bir insanı da eğitmek öyle bir maharet, öyle bir sabır ister. Şeyh efendiyi okul müdürü, ahçıbaşıyı da başöğretmen gibi düşünelim. Her neyse eğer 3 gün içinde yapamayacağını düşünürse, yanındaki ayakkabılarını giyiyor ve gidiyor. Kimse nereye gidiyorsun demiyor, üzmemek, kırmamak için. O 3 günün sonunda kalmışsa, şeyh efendinin huzuruna çıkarıyorlar, sonra da dedelerden birine teslim ediyorlar. O dede onun öğretmeni oluyor. Ondan sorumlu öğretmen gibi düşünelim. Şimdi Mevlevihanelerin farkı şöyle: Mevlevihaneleri lisan öğreniminin olduğu birer akademi gibi, konservatuar gibi düşünelim. Bilmiyor ise önce okuma yazma öğretiliyor sonra Kuran-ı Kerim, yani Arapça öğreniyor. O gün için geçerli lisan. Sonra mesnevi okuyup anlamayı öğretiyorlar yani Farsça. 2 tane lisan öğrenmiş oluyor. Bütün bu eğitimden sonra neye kabiliyeti , hangi güzel sanatlara ilgisi varsa onu araştırıyorlar. Hat mı tezhip mi, minyatür mü yahut da bir enstrümanı çalmak mı, icra etmek mi bütün bunları araştırıyorlar. Neye kabiliyeti varsa o alanda yetiştiriliyor, bilgilendiriliyor. Aynı zamanda sema etmeyi öğreniyor. Adap öğreniyor. Bu eğitim 1001 gün sürüyor. Çileye girmek diyoruz, buna. Ama Mevlevi çilesi; yalnız, bir odaya kapanıp da bire bir kalmak değil. Tabii onu da yapıyor, buna tefekkür diyoruz. 1001 gün içinde 18 hizmet var. Mutfakta bulaşık yıkamaktan alışveriş yapmaya, sofraya hizmet etmeye, ortalık süpürmeye kadar çeşitli evreler var. “Tamam artık diğerine geçebilirsin” diye, hocası karar veriyor. Böyle bir eğitimden geçiyorlar, hem dini hem maddi eğitim. Hepsini toparladığınız zaman ciddi bir eğitim.
Handan Yalvaç: Diyelim ki büyüdünüz evlendiniz, dergâhın içinde ailenizle birlikte kalabiliyor musunuz? Ya da yalnızca Dedelerin hakkı mı böyle bir şey?
Esin Bayru Çelebi: Bu eğitimden geçilen süre içinde öyle bir hakkı yok. 1001 günün sonunda eğitimden sonra, Dede ünvanı aldıktan sonra evlenebilir. Şeyh olduktan yani eğitmenin en üst rütbesine ulaştıktan sonra evlenebilir çocukları olur. Eğitimini bitirmeden evlenirse buna “çile kırmak” deniyor.
Handan Yalvaç: Peki şeyhler nerede yaşıyorlar?
Esin Bayru Çelebi: Şeyh efendilerin bütün Mevlevihanelerde ayrı bir bölümü, harem kısmı var. Orada eşleri ve çocuklarıyla yaşıyorlar. Ama daha öncesinde evlenebilir Mevlevihanenin dışında kendine bir ev tutar orada yaşarlar.
2007 yılı Unesco tarafından “Mevlâna Yılı” olarak ilan edildi “Sema ve Mevlevi Müziği”de “Dünya Mirası”kapsamına alındı .Uluslararası Mevlana Vakfı olarak bu konudaki gelişmeler nasıl oldu. Sizin ,Vakfın II. Başkanı olarak katkınız büyük.
Esin Bayru Çelebi: Bundan 2 yıl önce 2005’de Uluslararası Mevlana Vakfı olarak “Sema ve Mevlevi Müziği” üzerine bir projeyi Kültür Bakanlığı’na sunduk. Kültür Bakanlığı Unesco’ya sundu. Unesco da bu projeyi çalıştı ve kapsamlı bir soru dosyası gönderdi.
Cevapları hazırlamak için Kültür Bakanlığı Uluslararası Mevlana Vakfı’na başvurdu. Biz de vakıf olarak bu dosyayı hazırladık. Kültür Bakanı imzasıyla Unesco’ya gönderildi. Unesco bu projeyi, o zamana kadar kendisine gelen en kapsamlı proje dosyası olarak kabul etti. Bunun için Bakanlığımıza teşekkür gönderdi. “Sema ve Mevlevi Müziği” bozulmaya yüz tutmuş, korunması gereken “Dünya Kültür Mirası” kapsamına alındı. Hemen arkasından ikinci projeyi sunduk: Hz. Mevlana’nın 800.’ncü doğum günü nedeniyle “2007’nin Mevlana Yılı” ilan edilmesini önerdik. Onu da kabul ettiler. Vakıf olarak Kültür Bakanlığı ile birlikte çalışıyoruz. Bizden istenilen bilgileri veriyoruz.
Bir Tarikat Olarak Mevlevilik
Mevlana ve oğlu Sultan Veled dönemlerinden başlayarak tarikatın yapısı gereği sürekli üst düzey yön eticilerle yakınlık içinde gelişip büyüyen ve yayılan Mevlevilik XVII. yüzyıla kadar gerek Çelebiler gerekse diğer tarikat mensuplarıyla bu özelliğini devam ettirmiş; vezirler, beyler ve paşalar tarafından inşa edilen Mevlevi dergâhlarının tamirleri de padişah emriyle hazineden karşılanmış, Mevlevilik XVII. asırdan itibaren adeta bir devlet müessesesi halini almıştır. Sultan Veled döneminde Mevlâna mirasının etkisiyle daha çok toplumun üst kademelerine hitap eden ve beyliklerle sağlanan irtibat neticesinde siyasal alanda da etkinlik gösteren ve toplumsal bir örgüt haline gelen tarikat idari olarak da teşkilatlanmıştır. Çelebilik makamı kurulmuş ve bu dönemden itibaren Mevlâna soyundan gelen Çelebiler tarikatın başına geçmişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, ilk baskısı 1953’de yapılan “Mevlana’dan sonra Mevlevilik” isimli kitabında Mevlevihanelerin sayısını; on beşi asitane, yetmiş altısı zaviye olmak üzere doksan bir adet olarak vermektedir.
İstanbul’da tesis edilen Mevlevihanenin koronolojik sıralamasına göz atacak olursak; fethi müteakip Fatih Sultan Mehmed tarafından Kalenderhane adıyla Mevlevilere tahsis edilen Hristos Akataleptos Kilisesi şehrin ilk Mevlevihanesi olarak kabul edilir. (Baha Tanman) Daha sonra Mevlevihane olma özelliğini kaybetmiş, 1491-1492’de faaliyete geçen Galata (Kulekapısı) Mevlevihanesi İstanbul’da ilk kurulan Mevlevihane olarak gösterilmiştir.
Bostan Çelebi’nin (ö.1630) makam çelebiliği zamanında Mevlevihaneler giderek yaygınlaşmıştır. Hatta dervişlerin sayılarının 80 bine ulaştığı söylenir. 1746’da Mehmet Ali Çelebi döneminde Mevlevihaneler Anadolu sınırlarını aşmış: Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşa, Hanya(Girit), Sakız, Midilli, Siroz, Belgrad, Saraybosna, Filibe, Niş, Peç, Selanik, Üsküp, Vodine’de zaviyeler açılmıştır. Bu arada yalnızca İstanbul’da Galata (Kulekapısı), Kasımpaşa, Yenikapı, Beşiktaş/ Bahariye ve Üsküdar olmak üzere 6 Mevlevihane (asitane) nin olduğunu biliyoruz,
(Sezai Küçük ,Mevleviliğin Son Yüzyılı)
Yenikapı Mevlevihanesi
Yenikapı Mevlevihanesi, Galata Mevlevihanesi’nden sonra kurulan ikinci Mevlevihane olup (Şubat 1598) zamanla tarikatın İstanbul’daki en büyük merkezi haline gelmiştir Mevlevilik tarihindeki pek çok önemli Mevlevi; Mustafa Itrî Efendi, Hammamizade İsmail Dede ve uzun yıllar Galata Mevlevihanesi’nin postnişinliğini yapan Şeyh Galib bu dergâhta yetişmiştir.
Ahmed Eflaki’nin “Menakıbü’l-Arifin” Abdülbaki Nasır Dede tarafından 1793’de çevrilmiş ve III. Selim’e ithaf edilmiştir.XIX. yy. öncesi başlayan Osmanlının “Tarikatları ve tekkeleri kontrol altında bulundurma” düşüncesinin devamı olan “Meclis-i Meşayıh” (Şeyhulislamlığa bağlı , tekkelerin temsil edildiği meclis) 1866’da faaliyete geçmiş, ilk reisi Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Osman Salahaddin Dede olmuştur. II. Mahmut, Abdülmecid ve Abdülhamid’in desteğini, iltifatını kazanmıştır. Mevlevihane : Sadrazam Keçeçizade Fuat Paşa ve Ali Paşa, Prens Mustafa Paşa, Sadrazam Midhat Paşa, Şeyhulislam Sadeddin gibi devrin ileri gelen devlet adamlarının toplantı yeri haline gelmiştir. Yenikapı Mevlevihanesi’nin son postnişini; Abdülbaki Dede (Baykara) 1909’da Meclis-i Meşayih, azalığına seçilmiş, bu görev azledilinceye kadar (1917) sürmüştür. Postnişinliği 1925 yılına kadar süren Abdülbaki Dede, tekkelerin kapatılmasından sonra bir süre Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyeliği yapmış, İstanbul Türk Ocağı Müdürlüğü, Fuad Köprülü’nün aracılığıyla Edebiyat Fakültesi Farsça hocalığı gibi görevlerde bulunmuştur. Son görevi ise Bakırköy Ermeni Lisesi edebiyat öğretmenliğidir.
Tekkelerin kapatılmasıyla semahanesi ve türbesi mühürlenen Mevlevihanenin şeyh dairesi Cumhuriyet döneminde uzun süre öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır. 1961’de çıkan bir yangın sonucu semahane, şerbethane ve türbe tamamen yanmıştır. Günümüzde Zeytinburnu ilçesi Merkez Efendi Mahallesi’nde bulunan Mevlevihanenin yeniden inşası ve restorasyonuna başlanmış, çalışmalar tamamlanmak üzeredir
| Galata Mevlevihanesi
“Galata Mevlevihanesi Osmanlı moderleşmesinin köklü reformlarla toplumsal yapıyı şekillendirmesiyle birlikte III. Selim döneminde, bu değişimi yakından destekleyen yenilikçilerin başlıca merkezi durumuna gelmiştir. Kendisi de Mevlevi olan III. Selim’in askeri ve idari alanda başlattığı reformlara karşı Bektaşilerden kaynaklanan muhalefeti bir ölçüde dengelemek amacıyla Mevleviliği güçlendirme yoluna gittiği görülmektedir. Mevlevihanenin toplumsal kültür üzerindeki yenilikçi etkisi (1925) kapatılana kadar sürmüştür.” (Ekrem Işın). Aynı zamanda İstanbul’un belli başlı kültür merkezlerinden biri haline gelen Galata’da ilk kez mutrib heyetine piyano dahil edilmiş tasavvuf musikisinde kullanılmıştır. Divan Edebiyatının ünlü şairi Şeyh Galib’e yakınlığı dolayısıyla Osmanlı şehzadesi II. Mahmut’u da etkilemiş, Mevlevi tekkelerine önemli ölçüde destek verilmiştir. “Topkapı Sarayı Arşivi’nde bulunan 3102 nolu evrak, bu yeni dönemle birlikte İstanbul’daki Mevlevihanelere tahsis edilen aidatları ve Galata Mevlevihanesi aidatını şöyle sıralamaktadır:
1. Şeyhe maaş 200 kuruş
2. Dergâhta görevli olan imam, duacı, sernâyi v.s. gibi 18 adet derviş için 324 kuruş
3. Taâmiye 400 kuruş
4. Yağ bahası 76 kuruş” (Sezai Küçük ,Mevleviliğin Son Yüzyılı)
Galata Mevlevihanesi 1835’de yangın geçirmiş, sonra II.Mahmut tarafından yeniden onarılmıştır. Bunu dile getiren şair Lebib’in Yesarizade Mustafa İzzet hattıyla yazılmış 1835 tarihli II. Mahmut tuğralı ta’lik kitabesi bugün dergâhın Galip Dede caddesine bakan giriş kapısı üzerindedir.1975’den itibaren müze olarak işlevlendirilen Mevlevihane’de izleyiciye açık Mevlevi ayinleri düzenlenmektedir. |
Mevlevi Alayı ve Veled Çelebi İzbudak
Veled Çelebi İzbudak, 16 Temmuz 1867’de Konya’da doğmuştur. Anne ve baba tarafından Mevlana soyundan gelen Veled Çelebi. Farsça, Arapça ve Mesnevi Şerif dersleri almıştır.9 yıl süren makam çelebiliği sırasında o zamana kadar güzel sanatlarda adını duyuran Mevlevi dervişler ilk kez asker olmuşlardır. I. Dünya Savaşı yıllarında “Mücahidin-i Mevleviyye” adlı Mevlevi alayını kurarak; Şubat 1916’da başlarında sikkeleri ve dervişane kıyafetleriyle ,İstanbul, Konya, Ankara güzergâhını izleyerek Şam’a gitmişlerdir. 4. Orduya moral kaynağı olan bu alay daha çok geri hizmette kalmış, savaşa aktif olarak katılmamıştır. Süheyl Ünver’in aktardığına göre 47 Mevlevihanenin katıldığı alayda , toplam 1023 derviş bulunuyordu. Mevlevilik tarihi çalışmaları açısından en önemli kaynak, birçok yazışma, belge ve bilgi Konya Mevlana Müzesi Arşividir. Özellikle 1911 yılında Veled Çelebi’nin postnişinliği döneminde diğer Mevlevihanelerden toplanan belgeler birinci derece kaynaklık eder.
Veled Çelebi Sultan Vahdettin tarafından Maarif Nezaretince Tetkikat-ı Lisaniye Encümenliğine tayin edilmiştir. Ali Ekrem, Halid Ziya, Cenap Şahabettin ve Ahmet Hikmet’le birlikte çalışmıştır. 1921 yılında Ankara’ya gelmiş dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver’in desteğiyle Ankara Lisesi’nde Farsça öğretmenliği yapmış; Telif ve Tercüme Encümeni’nde Ziya Gökalp ile birlikte çalışmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra, ikinci mecliste Kastamonu milletvekili olmuş, (1923-1939) bu dönemde Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması görevi, ona verilmiştir. Kastamonu mebusluğundan sonra Yozgat milletvekilliği yapmıştır, 4 Mayıs 1953’de Ankara’da vefat etmiştir. Cenazesinde İsmet İnönü başta olmak üzere devlet temsilcileri, sanat, edebiyat ve bilim adamlarından oluşan bir heyet hazır bulunmuştur.Konya Üçler Mezarlığına defnedilen diğer Çelebilerin dışında kalarak Cebeci mezarlığına defnedilmiştir.
Mevleviler ve Güzel Sanatlar
Mevlevi musikisi Mevlâna ile başlamıştır. Mevlâna zamanında tasarlanmamış zamanlarda semâ yapıldığı, meclislerinde neyzenlerin, rebabzenlerin ve hanendelerin olduğunu Eflâki’nin kayıtlarından biliyoruz. Oğlu Sultan Veled devriyle birlikte, sema meclislerinde bestelenen ayinler okunmaya başlanmıştır. Bu eserler klasik Türk Müziği sistemi dahilinde, dini duygulara tercüman olacak üslupta bestelenmiş “âyin-i şerif”lerdir.Tasavvuf musikisi Osmanlı padişahlarından “Suzîdilara” makamıyla bir Mevlevi ayini besteleyen III. Selim ve II. Mahmut tarafından desteklenmiştir. 19. yy’a kadar bestelerin sayısı çok azken bu yy’da 56’ya çıkmıştır.
Mevlevilerde şiir çok önemli. Duyguyu ve düşünceyi anlatmakta çok güçlü bir form olan şiiri Mevlâna kullanmıştır.
Şeyh Galip, Esrar Dede, Nefî, Nâbî, Nedim ve III. Selim Divan edebiyatının önde isimlerindendir. 19. yy’da Mevlevi kadın şairlerden Leyla Hanım’ın, Şeref Hanım’ın Divan’ı vardır. XX. yy’da Veled Çelebi (İzbudak), Ahmed Remzi (Akyürek) Dede, Tahir-ül Mevlevi (Olgun), A.Avni Konuk sayılabilir. Şahabettin Uzluk’un aktarımıyla devrinin birer sanat akademisi gibi çalışan Mevlevi tekkelerinde ve tarikat bünyesinde kültür ve sanat tarihinde ün yapmış musikişinas ve şairlerin yanında birçok hattat, nakkaş, müzehhib, minyatürcü ve ressam yetişmiştir.Diğer bir sanat dalı olan mücellidlik de ilgilenmişlerdir. Makta, kâğıt makası, kâğıt oymacılığı, kalemtıraş, altlık yapan dervişlerle birlikte hakkak Mevleviler de bulunmaktadır.Ünlü Mevlevi saat imalatçıları ve tamircileri vardır.Ahmet Eflaki Dede 1825 yılında Galata Mevlevihanesi’nde 18 yaşında iken çileye soyunmuş, 1828 yılında çilesini tamamlamıştır. Daha sonra ilm-i rücum’a olan ilgisi nedeniyle, bu hususta ilim tahsil ettiği gibi, saatçiliği de merak sarmış II. Mahmut’un “Muvakkit”i olmuş, daha sonra da Sultan Abdülmecit tarafından sanatını geliştirmesi için Paris’e gönderilmiştir.Paris’te zamanın sanat ustası Berke’ye talebelik yapmış ve bu ustanın meşhur iki çırağından biri olmuştur. Paris’te bulunduğu süre içinde Mevlevi sikkesiyle dolaşan Eflaki Dede, Parislilerden ilgi ve hürmet görmüştür. İstanbul’a döndüğünde Bab-Ali Muvakkitliği’ne getirilmiş. Mevlevi sikkesi şeklinde imal ettiği saatlerden üçü Topkapı Sarayı’nda “Saatler Galerisi”nde bulunmaktadır. (U. Derman ,Mevlevilikte Sanat)
Mevlevi Âyini
Refi Cevad Ulunay’ın aktarımıyla “Mevlevi Âyin’i tamamen rumuzdur. Bu ayinde en ufak bir hareket dahi rumuz çerçevesinin dışına çıkamaz. Mevlevilikte ilk sembol neydir. Ney insanı remzeder. 2. sembol kudümdür. Ayin: Na’t-ı şerif, ney taksimi, Sultan Veled devri denilen 3 devir, 4 selamdan mürekkep semâ, Kur’an’dan bir aşır, bir dua ve gülbankdan ibarettir. Na’t-ı şerif: Hazreti Mevlâna’nın, Cenab-ı Peygamberimizin vasıfları hakkında söylediği şiirlerdir.” Semazenlerin giysileri de sembolleri içerir.. Beyaz tennure nefsin kefenini, başlarındaki sikke-i şerifler nefsin mezar taşlarını, hırkası nefsin mezarını sembolize eder. Sema töreni nefsi terbiye etmek, nefsi temizlemek, öldürmek için yapılır. Ahmet Hamdi Tanpınar ,Beş Şehir”de “Mevlevi âyinini son defa dergâhların kapanmasından biraz evvel, bir Kadir Gecesi görmüştüm. Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır. Her duruşun, tavrın, kımıldanışın ve adımın manası vardır. O hırkaya bürünüşler, ilk ney sesinde uyanışlar (ölüm ve haşir), kol açışlar ve ayak kilitleyişler (Mevlevi ayininde her Mevlevi, Ali’nin Zülfikar’ı olur), bir kitap gibi derin derin anlatan şeylerdir. Asıl sema’a gelince, şüphesiz dünyanın en güzel rakslarından biridir.” diye âyini anlatır.
Gülbank, Farsça’dır “gül sesi, bülbül şakıması” anlamına geliyor. Gülbank Türkçe sözlükte “Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant”, diye geçmektedir. Gülbank okunması için daha çok gülbank çekmek deyimi kullanılmıştır. Kelime bir terim olarak ele alındığında karşımıza bir tasavvuf ve tarikat terimi olarak çıktığı gibi Yeniçeri törenlerinde kullanılan askeri bir tabir olma özelliği de göstermektedir.
Asaf Halet Çelebi “Bazı Mevlevi Âdetleri” adlı seri makalesinde; Meydan-ı Şerif, Aynürl Cem, Sofra ve Lokma Gülbanklarına ait metinler nakletmektedir. Mevlevihanelerde yemeğin mutfakta pişirilmesinden, belli bir adap içinde yenerek sofranın kaldırılmasına kadar geçen zaman dilimi içindi kısım kısım okunan ve genel olarak somat/sımat glübankı adı altında zikredilen metinler karakteristik birer örnek olarak kayda değer.
Mevlevilerce mukaddes bir yer olarak kabul edilen mutfak Mevlana’nın ahçısı Ateşbaz-ı Veli’nin de makamıdır. “Çiğler orada pişer, hamlar orada olgunlaşır.” Yemek başlangıcında çekilen gülbank, pilavın gelmesiyle birlikte yerini başka bir gülbank’a bırakır: “Yola düşmüş süfileriz biz, Hakk’ın sofrasına oturmuş, nimetini yiyenleriz biz. Ya Rabbi şu kaseyi, şu nimeti ebedi kıl” anlamına gelen Farsça gülbank çekilir. (Mustafa Uzun, Türk Tasavvuf Edebiyatında Bir Dua ve Niyaz Tarzı Gülbank, adlı makale)
Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Eserleri
Abdülbaki Gölpınarlı’dan (Mevlâna, Varlık Yayınları, 1973) aktarımla “Mevlâna’nın şiirlerinde hâkim unsur; şüphe yok ki idealizmdir ve o, klasik bir şairdir. Fakat kendisinde önceki kültürü tamamiyle kavramış olan Mevlâna, Yunan-İran mitolojisini, Batlamyus mesleğini, tefsir, hadis, kelâm, mantık gibi klasik bilgilerle tasavvufu, Kur’an’ın ve hadislerin hükümlerini, Kur’an hikâyelerini, hatta bazen inanıyor gibi göründüğü, fakat çok defa inanmadığını açıkça bildirdiği yıldız bilgisi gibi aslı olmayan bilgileri, hasılı Mısır’ı, Hind’i, İran’ı, bütün eski medeniyetleri ve yüzyılları bize nakleder.” En önemli eserleri: Mesnevi; mesnevi tarzında yazıldığı için bu adla anılan eser altı cilt, 25 618 beyittir, tarafımızdan Türkçeye çevrilmiş ve Milli Eğitim Vekâletinin Şark-İslam Klasikleri serisinin birinci kitabı olarak 1941-1946’da basılmıştır. Divan-Kebir; aşağı yukarı 21366 beyit olarak 2073 şiir ve ayrıca 1791 rubai vardır. Reynold A.Nicholson Divan’dan 48 şiirin metin ve tercümesini “Selected Poems from the Divanı Shamsı Tebriz”adıyla 1818’de yayınlamıştır. 1642 rubaisi Veled Çelebi tarafından yayınlanmış, 107 rubai Hasan Âli Yücel, 276 rubai de Asaf Hâlet Çelebi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. 210 rubai de tarafımızdan tercüme edilmiştir.Fihi mâ-fih; Mevlana’nın konuşmalarının zaptından meydana gelen bu eser, rahmetli Ahmet Avni Konuk tarafından tercüme edilmiştir. Yazma nüshası Konya Müzesi kütüphanesindedir.”