Barbro Karabuda

 

O yaz on dokuzuna basmıştı. Fransızcasını ilerletmek için İsveç’ten Fransa’nın Chinon kasabasına geldi. İstasyonda o vardı. Güneş.. Barbro’ nun söylemiyle; “Aşk onları Fransa’nın Chinon kasabasında tutuklamış ve Stockholm üzerinden Güneş’in anneannesinin  Karşıyaka sahillerindeki kocaman güzel köşküne sürüklemişti”. Aslında İzmir’e gidip  bir otele yerleşeceklerdi. Ama İstanbul, İzmir arasındaki  uzun otobüs yolculuğu Barbro’yu çok etkilemişti. Zorunlu olarak Güneş’in anneannesine geldiler. Kapanizadelerin köşküyle ve Atıfet Karabuda’yla ilk kez orada tanıştı, Barbro Gidlund.

Eğer Barbro hastalanmasaydı ve planladıkları gibi otelde kalsalardı; anılarında belki de  sadece  güzel İzmir olacaktı. Oysa şimdi, büyüdüğü şehrin ormanlarından yükselen  özgürlük duygusundan tamamen farklı bir ortamdaydı.  Kapanizadelerin köşkünde hayat  bambaşkaydı. Babası Alfons Gidlund, gençliğinde orman işçisi olarak çalışmış, Sosyal Demokrat İşçi Partisine girmiş (Olof Palme’yi Başbakanlığa taşıyan parti), hızla yükselmiş, partinin yayınevi Tidens’in genel müdürü olmuştu.

Bu  ziyaret köşktekiler için sürpriz olmuştu. İsveçli  gazeteci genç kız beklenenin aksine sarışın da değildi. Atıfet hanım ilk evliliğini Latife hanımın erkek kardeşi Ömer Bey’le yapmıştı. Kapanizadeler ve Uşakizadeleri akraba yapan bir evlikti, bu. Pek uzun sürmedi. Boşandıktan bir süre sonra Atıfet Hanım  Dr. Nail Karabuda’yla evlendi ve Güneş dünyaya geldi. Atıfet Karabuda , o yıllarda nadiren rastlanan modern, eğitimli kadınlardandı. Buna rağmen oğlunun  yabancı bir genç kızla ilişkisini onaylamadı. Hatta isyan etti.

Oysa bir zaman sonra her şey değişti, aileler birbirlerini benimsedi.Atıfet hanım ve İsveçli gelin çok iyi arkadaş oldular. Zeytin ve gül reçeli Barbro’nun yaşamında yerini aldı.Hatta günün birinde Alfons Gidlund ve Atıfet Karabuda Stockholm’de kartopu bile oynadı.

Tesadüfler yalnızca tesadüf müdür,  gerçekten bilinmez…Chinon’da karşılaşmışlardı. Evlendiler. Yıllarca sürecek  farklı coğrafyaları, kültürleri keşfetme serüveni başladı..

Başlangıçlarını Barbro “Güneş’le tanıştığımızda yazı yazmayı ve fotoğraf çekmeyi çok istiyordum. Bende fotoğraf makinesi vardı. Makineyi ona verdim , ben de yazdım, ” diye gülerek anlatıyor..

İlk kitap “Türkiye; II. Vatanım” 1957’de İsveç’te yayınlandı. Almanca ve İngilizceye çevrildi.

Bir şeyler yapmak istiyorlardı. Kocaman bir dünya haritası açtılar. Barbro gözlerini kapatıp, parmağını bir noktaya koydu. Sonrasında 5 kişilik bir ekiple Kuveyt’e doğru yola çıktılar.  Barbro, Güneş Karabuda, fotoğraf makinesi, kağıt ve kalem. Bu az bilinen ülkenin kitabı yayınlandığında ikisi de 25 yaşını geçmemişlerdi.   1960’dan itibaren İsveç televizyonunun uluslar arası temsilcisi oldular. Böylece ekip de değişti. Fotoğraf makinesinin yerini kamera aldı. Kağıt ve kalem aynı kaldı, ses kayıt cihazı eklendi. Barbro  röportaj yapıyor, bir yandan da ses alıyordu. Güneş Karabuda kameradaydı. Yönetmen olarak yaklaşık 50 kadar filme imza attı. Yaşar Kemal’in “Beyaz Pantolon”, “Bebek” ve “Menekşe Koyu” adlı hikayelerini sinemaya uyarladı.

Sayısız ülkeye (sanırım, dünyanın üçte ikisi) gittiler.  Bir çok ülkenin kapalı perdelerini araladılar. 60’lardan sonra dünyanın değişen  yüzüne tanık oldular. Diktatörler, devrim liderleri, dönemin siyasileri, ünlü sanat insanları metrelerce filme kayıtlanıp, bazen televizyon ekranlarında bazen sinema perdesinde yerini aldı.

Uluslararası hayatın gündemini tutan bu çekirdek ekip giderek tüm dünyada tanınıyordu. 68 yılında Paris öğrenci hareketlerini ilk onlar duyurmuştu. Sonrasında Allende Şili’sinde  İsveç TV temsilcileriyken darbe olmuş, iki belgeselci hem görüntüleri kaydetmişler , aynı zamanda  uzun metraj bir film için esinlenmişlerdi. 1975’de “Elçilik” filmi Barbro’ya Prag’da “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” ödülünü getirdi. Başarılı ve dopdolu hayat sürüp giderken ekibe sırayla 3 kişi dahil  oldu ve baş rolleri hemen kaptılar.  Çocuklar.. Önce Ayperi, sonra Deniz ve en son Alfons.

Ekipteki kağıt ve kalem her zaman Barbro’nun en iyi asistanları oldu. Bir yandan filmler, belgeseller ve portre belgeseller yaparken diğer taraftan da kitap yazmayı sürdürdü. Barbro Karabuda’nın 18 kitabı var. Yeni kitabı; “Zeytin Ağacı’nın Gölgesinde”  önce İsveç’te sonra da ülkemizde henüz yayınlandı.

Barbro Karabuda demokrasinin daha yerleşik olduğu, insan hakları sorunlarının çok önceleri tartışıldığı, farklı var oluşlara her zaman daha açık bir ülkeden geliyordu. Burada acı, tatlı pek çok şeyle karşılaştı. En önemlisi dostlar edindi. Onat (Kutlar), Hüs(Hüseyin Baş), Ara (Güler) ,Gürel (Yontan), Tuncel (Kurtiz) ve Yaşar (Kemal).

“Yıllar önce bir akşam Paris’te Notre Dame Katedrali’nin karşısındaki bir restoranda  yemek yerken, kederli olduğumu önce Yaşar Kemal fark etmişti Nedenini sorduğunda babamın öleceğinden kaygı duyduğumu söyledim. Şefkatle,‘Baban ölürse ben varım, bunu sakın unutma’, dedi. Yaşar henüz babamla tanışmamıştı.  Krister’in onun İsveç’teki yayıncısı olmasından sonra babamla bir çok kez buluştular. İyi dost oldular. Babamı son yolculuğuna uğurlarken kardeşim Krister Gidlund ve Yaşar Kemal’in elini tutuyordum.”

Bu çift uluslu, çok kültürlü yaşam İstanbul, Stockholm bazen Paris arasında sürüp, gidiyor. . 3 çocuk ve 4 torunla ekip iyice büyüdü.  Şimdi Barbro’nun en iyi asistanı; son model çok küçük mavi bir laptop. O  yazmayı sürdürüyor. Bekliyoruz…

Güneş Karabuda

Güneş Karabuda , 1950’li yıllarda önceleri gazeteci ve foto muhabiri olarak Avrupa basınında çalıştı. 1961 yılında gazeteci- yazar eşi Barbro ile İsveç Devlet Televizyonu için belgesel filmler yapmaya başladılar. 1966’da dünyada ilk kez gerçekleştirilen “Hac” belgeseli onun imzasını taşır. Dünyanın pek çok noktasını belgelemiş, pek çok diktatör, politikacı,  sanatçı ve kültür adamına kamerasını yöneltmiş Güneş Karabuda’ya biz de mikrofonumuzu tuttuk.

Ailenizi tanıyarak başlayalım, isterseniz:

Baba tarafım ve anne tarafım çok değişik iki aile. Baba tarafım son derece mütevazı bir asker ailesi. Babamın babası doktor, onun babası da Miralaydı . Edirneli bir aileydi. Dedemi hiç tanımadım, babaannemi gördüm… Ben tanıdığım zaman 80 yaşındaydı. Çeşitli lisanlar konuşurdu, Fransızca bilirdi. Kitap okurdu,. Babamın kardeşleri diplomattı; Hariciyeci…Onlar nereye giderlerse babaannemi de yanlarında götürürlermiş.. En küçük kardeş olan babam da diplomat olmak istemiş, Hariciye’de okumaya başlamış. I. Dünya Savaşı başlamış. Demişler ki bizim Hariciyeciye ihtiyacımız yok, doktora ihtiyacımız var. Siyasal Bilgiler kapanmış.. O da istemeyerek tıbbiyeye girmiş.

Babam mesleğini sevmezdi ama doğru ve dürüst bir şekilde mesleğini yapmak için bütün enerjisini verdi. Fransa’da okumuştu. Hoş, orta halli bir aileydi. Öbür taraf, anne tarafım Kapanizade (bana zadelik değil sadelik lazım dedim kaçtım gittim, Fransa’ya- gülüyor), Osmanzade, Uşakizade.

Anne aileniz İzmirli mi?

Uşak’tan ya da Afyon’dan geliyorlar. İzmir’e yerleşiyorlar. Dedemin dedesinin dedesi yerleşiyor ve ticarete başlıyor. Tütün, incir ve üzüm…  Dünyanın her tarafına ihracat yapıyorlar. Ta o zaman Amerika’ya tütün satıyorlar. Zengin bir aile. Annemin 3 kız kardeşi 4 erkek kardeşi var. Hepsi okumuş. Teyzelerim Dame de Sion ‘da, dayılarım Galatasaray’da okudular. Fransızca bilirlerdi.

Bir de dedeniz Tahir Bey İzmir’de belediye başkanlığı yapmış, galiba.

Kısa bir süre herhalde. Maaşlı falan değil, ol demişler olmuş. ( gülüyor)Dedem çok genç ölüyor. 40, 42 yaşlarında. Teyzelerim dedemi hatırlamazlardı. Anneannem ,Mediha Hanım işlerin başına geçiyor. Hanımağa oluyor. O zaman Salihli’de büyük bir çiftlik varmış. Anlata anlata bitiremezlerdi. Belçika’nın yarısı kadar genişlikte bir arazi. İçinden saatlerce tren geçtiği abartılarak anlatılırdı. –Tren de yavaş gidermiş, herhalde. Anneannem çok çalışkan, otoriter bir kadındı. Ayağına çizmeleri çeker, elinde kırbacı, kâhyayla birlikte atla dolaşıp, emirler verdiğini hatırlıyorum.

Aile topraktan geliyor,  anneannenin yaşlanmasından sonra çocuklardan topraklara sahip çıkıp işleten olmuş mu?

Hiç yok , Mediha hanımdan sonra dağılıp, gidiyor. Araziler  parça parça satılıyor. Herkesin bir mesleği var; dayılarımın birisi politikacı, diğeri hukukçu.  Dayım, Osman Kapani (Kapanizade’nin zadesini atmışlar, Kapani kalmış sonra).  Menderes’in Devlet Bakanlığı’nı yaptı. Münci dayım da  Ceza Hukuku Profesörüydü. İkisi de pek hoş insanlardı. Ama ikisinin de politik görüşü tamamen ayrıydı. Birisi Menderes’i tutuyor, diğeri tamamen karşı.

Dayınız Osman Kapani’yle sizin de politik görüşleriniz ayrı?

Evet tamamen ayrı, ama çok severdik birbirimizi. 60 darbesinden sonra Osman dayım Yassıada’ya gitti, Münci dayım da yeni dönemin kurucu meclisine girdi.

Siz ziyarete gittiniz mi?

Tabii, Barbro’yla birlikte duruşmaya gittik. Kendileri de birbirlerini çok severlerdi. Çok hoş insanlardı. Çok espiriliydiler. Osman dayım önce Galatasaray’da okuyor sonra Sorbonne’ a gidiyor. Münci dayım da eğitimi için önce  Sorbonne’ a ,  daha sonra  İngiltere’ye ve Amerika’ya gidiyor. Eşi Margaret yenge İngilizdir. Onların kızı Suzan Osman Korutürk’le evli. Şu anda ki Paris Büyükelçimiz, eski Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu.

Atatürk’ün eşi Latife hanım ablanız Meral hanımın halası oluyor. Latife hanımla ilk karşılaşmanızı  “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabınızdan aktaralım.

“Galatasaray’da okurken Çarşambaları ziyaretçi günüydü. Ailem Ankara ‘da oturduğundan benim ziyaretime ara sıra Meral ablam gelirdi. Böyle bir gelişinde ‘Haftaya pazara, seni köşke yemeğe bekliyoruz’ demişti. Köşk, Ayazpaşa’daki Uşakizade’lerin köşküydü. Annem, ilk eşi ve ablamın babası Ömer Bey’den ayrıldığında, ablam evleninceye kadar yaşamını bu köşkte sürdürmüştü. Pazar sabahı erkenden kalkıp, özenle hazırlandım. Eski Park Otel’in yokuşundan aşağı indikten sonra bir sol ve sağ yapınca kendimi dört katlı, büyük, ahşap bir köşkün önünde buluvermiştim. Demir bahçe kapısının üzerinde, “Villa Uşaki” yazısı okunuyordu.

Büyük bir salona alınmış, görkemli dekorasyonu şaşkınlıkla izliyordum. Köşkün pencerelerinden Boğaz’ın girişi, Kızkulesi ve Sarayburnu açıkları görünüyordu. Yemek vakti geldiğinde, merdivenlerden inen bir hanımefendinin bize geldiğini gördüm. Sade olduğu kadar şık giyimli, insanı anında etkileyen zeki bakışlı, ama asıkça yüzlü bir hanımefendiydi, bu. Annemin ilk eşi Ömer Beyin kardeşi, ablamın halasıydı. Atatürk’ün ilk ve son eşi Latife hanımın karşısındaydım.”

Latife hanımdan kitapta anlattığınız kadar etkilendiniz mi?

Evet çok etkilendim, sonra defalarca görüştük. Meral ablamı Latife Hanım büyüttü. Meral ablam ise benim için her  zaman öz kardeş olmuştur. Maalesef geçtiğimiz kış kaybettik. Kızları Dilek ve Şirin ile çok iyi görüşürüz.

“Zade” lerden sıkılıp Fransa’ya kaçtım, diyordunuz,

Evet Galatasaray’da lisede okurken Fransa’ya dilimi ve kendimi geliştirmek için gitmeye karar verdim. Dayım Osman Kapani ve babam çok destek oldular. Annem yaşım küçük, diye epeyce karşı çıktı.1952 yılının sonbaharında Marsilya’ya hareket eden Ankara gemisindeydim.  Babamın dostlarıyla Paris’te görüştükten sonra Chinon’da okula başlamama karar verildi. Bundan sonraki yıllarda bütün hayatımın yönünü belirleyecek bir şey oldu.

Barbro’yla karşılaştınız  herhalde. Nasıl?

Chinon Paris’in 250 km güney batısındadır.  İsveçli kızlar Fransızcalarını ilerletmek için buraya gelir ve Belediye Başkanı Mösyö Coreche’nin evinde pansiyoner olarak kalırlardı. Biz de gençler olarak gider, onları gardan alır, eşlik ederdik. Yeni bir İsveçli kız geliyor, diye duyduk. Barbro’yla ilk kez garda karşılaştık. Beklediğimiz gibi sarışın değildi. Koyu kısa saçları , yeşil gözleri, sade giyimiyle çok farklıydı. İşte bu kıza abayı yaktım. Sonra da İsveç’le Türkiye arasında bir hayat başladı. 1954 yılının baharında  İsveç’e ayak bastığımda ; burada 50 küsur yıl yaşayacağımı bilemezdim.

İsveç’te ilk başlangıç nasıl oldu?

Gittiğimde Barbro bir yayınevinde çalışıyordu. Geçinebilmek için acilen benim de iş bulmam gerekiyordu. 1954 yılının yaz başında İsveç’teki yabancı sayısı parmakla sayılacak kadar az. Hele Türk olarak beş, altı kişiyiz. Galatasaray’dan tanıdığım Tahsin Balan ve Ergun Özarı LM Ericsson  Telefon Fabrikasında çalışıyorlardı. Oraya girmem için beni ikna ettiler. Böylelikle teknik konuda telefon etmekten başka hiçbir yeteneği olmayan ben, fabrikada röle ayarcısı olarak işe başladım.

Barbro ‘nun babasıyla yaşadıklarınız da sizin için büyük zenginlik olmuş “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabınızda ondan da söz ediyorsunuz.

“Alfons Gidlund, kişilik sahibi hoş bir insandı. Gençliğinde orman işçisi olarak çalışmış. Politikaya duyduğu ilgi ve sosyal demokrasiye inancıyla Sosyal  Partisi ,Olof Palme’nin Başbakan olduğu parti, içinde kademe kademe yükselmişti. Partinin yayınevi Tidens’in genel müdürüydü. Onun sayesinde İsveç politikasının efsane isimlerinden Olof Palme’yi ,Gustav Möller, Ernst Vigfors ve Gunnar Strang’ı tanıma fırsatı elde ettim”.

İşe  ilk fotoğrafla başlıyorsunuz. Barbro’nun yazıları, sizin fotoğraflarınız. İlk kitabın oluşma serüveni nasıl gerçekleşti.

Barbro’yla birlikte kalkıp dünyayı dolaşmaya başladık. Mesleğimizde durmadan ilerlemeler kaydediyorduk. Barbro’nun yazıları ve benim fotoğraflarım röportaj türünde gazete ve dergilerde yayımlanıyor, aynı zamanda Barbro radyo programları da hazırlıyordu. Tüm bunlar için yeni ülkeler, bilinmeyen dünyalar görmek gerektiğine inandık. İlk belge kitap Kuveyt şöyle çıktı.  Sene 1957; önümüze kocaman bir dünya haritası açtık. Haritayı yakından inceledikten sonra, Barbro parmağını bir noktanın üzerine bastı. Ülke o kadar küçüktü ki, parmağının altında kayboldu. Dikkatle bakınca burasının Kuveyt adında bir ülke olduğunu gördük. Irak ile Suudi Arabistan arasına sıkışmış bu yer hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Kalktık, gittik.

Sonra da belgesellerle sürdü, herhalde.

Belgesel 1961 de Nuh’un Gemisi’yle başladı. Ağrı Dağına çıktık  askeri topografya haritaları yapan askeri bir uçak, üzerinden geçtiği zaman bir fotoğraf çekiyor. Ağrı dağı yakınlarında çekilmiş resim, aynı bir geminin izlerini taşıyor. Rivayet üzerine kalkıp,  iki ayrı yere gittik, Kuran-ı Kerim’de Cudi Dağı’nda , İncil’de de Ararat, yani  Ağrı Dağı’nda olduğu  söyleniyordu. Gittik onları çektik. Film ekibimiz Barbro ve benim dışımda dostumuz Ara Güler ve Barbro’nun kardeşi Krister’den oluşuyordu. Bir Noel günü İsveç televizyonunda gösterildi. Çok büyük ilgi gördü.

Bu dönemde dünya belgesellerle ne kadar ilgiliydi?

Türkiye’de televizyon yoktu. Diğer ülkelerde de hemen hemen aynıydı. İngiltere, Amerika, Fransa Almanya gibi gelişmiş ülkelerde vardı, ama büyük bir çoğunluğunda yoktu. İsveç’te 58 de başladı. O da çok yavaş başladı Giderek İsveç Televizyonundan çok büyük destek aldık.  Yaptığımız seyahatlerle bir nevi bir haber programı yapar gibi değişik türlerde belgeseller yaptık: Kültür belgeselleri, tarihi belgeseller ve portreler.

Herhalde o dönemde çok az yerde destek buluyordu, belgeseller.

BBC’de vardı. ABD’de tek tük eyaletlerde. Doğa belgeselleri, savaş belgeselleri vardı.

Genellikle ekip kaç kişiden oluşuyordu?

Biz iki kişiydik, Barbro bir taraftan ses alırdı, diğer taraftan konuşurdu. Ben kameradaydım. Biraz ağırdı tabii, kolay değildi.  Bakıyorum da şimdi çekim ekipleri en az 8 kişi. Bu adamlar ne yapacaklar diye merak ediyorum.

Demek ki dünya belgesel açısından çok bakir bir durumdayken siz başladınız.

Evet Türkiye’de de hiçbir şey yapılmıyordu. Yani destek anlamında. Burada sevgili Onat Kutlar’ı anmadan geçemeyeceğim. 70’li yıllarda yapılan bazı belgesellerin Sinematek’te gösterilmesini sağladı. İstanbul Film Festivalinde’de yine onun tavsiyesiyle “Elçilik” gösterildi.

“Elçilik” dönemin  ünlü filmlerinden sanıyorum.

Evet Barbro Karabuda senaryosunu yazdı ve yönetmenliğini yaptı. 1975 Prag TV Filmleri Festivalinde “En iyi senaryo ve en iyi yönetmen” ödülünü aldı. Şili’de 1973 Pinochet darbesi sırasında Arjantin Büyükelçiliğine sığınarak yurt dışına kaçıp kurtulanları anlatıyor. Filmde İsveç’e kaçan Şililerin büyük bir kısmı, dönemin Şili’de ki İsveç Büyükelçisi, ve Allende’nin iki bakanı da rol aldı. Film olaylardan 6 ay sonra  uzun metraj sinema filmi olarak çekildi. Ben de görüntü yönetmenliğini yaptım.

Biraz da Yaşar Kemal’den söz edelim. 1950’lerden bu yana hem dostunuz olmuş, hem de hikâyelerinden üçü Barbro tarafından filme aktarılmış.

Evet “Beyaz Pantolon”,Bebek” ve” Menekşe Koyu”. Bunlardan “Bebek” Cezayir’de, “Menekşe Koyu” İstanbul’da çekildi 1973 yılında  İsveç televizyonu “Bebek” in filme çekilmesini kabul etti.  O yıllar Türkiye’de politik hava iyice karışık ve pusluydu. Yaşar’ın öyküsünden Türkiye’de bir film yapmak imkânsızdı. Dış görünüşüyle Çukurova’yı andıran, sarı sıcağı, bereketli topraklarıyla Yaşar Kemal’in dünyasına benzeyen bir yer aradık. Uzun araştırmalardan sonra Cezayir’de karar kıldık. Filmde başrolde Tuncel Kurtiz,  Aliye Rona, önemli diğer kadın oyuncu rollerinde ise Ingmar Bergman’ın favorilerinden Harriet Andersson, Inga Landgre ve Lill Terselius yer aldı. Menekşe Koyu ise Türk, İsveç ortak yapımıydı. Türkan Şoray ve İsveç’in ünlü oyuncularından Sven Wollter baş rolleri paylaştı.

1950’lilerin sonundan başlayarak Türkiye’de kaldığınız dönemler sıkıntılı olmuş.

Evet, bir hayli. Barbro Türkiye’deyken İsveç’teki önemli bir gazeteye de yazılar yazıyordu.  Aynı zamanda. 1957’de ilk kitabı olan “Türkiye II.Vatanım”ı da yazdı. Türkiye hakkındaki gözlemlerini içeriyordu, kitap. Eleştirmenler, İsveçli genç bir kadının, Türkiye’yi meraklı gözlerle inceleyip, içten ve alışılmışın dışında yorumlar getirerek kalem aldığı bu kitabı, bu ülkeyle ilgili şimdiye kadar yazılmış en iyi eser olarak tanımladı. Kitap hemen İngilizceye ve Almancaya da çevrildi.

İsveç gazetelerinde çıkan yazılar Türkiye’yi hedef almıyordu. O dönemin hükümetini eleştiren yazılardı, bunlar. Karıştırıldı; ”Türkiye’nin itibarını sarsıyorsunuz,” diye yıllarca uğraştılar. Türkiye’den en az 20 sene çok zor çıktık,  girerken de çok zor girdik. Bazen de çıkamadık. Barbro bu Mayıs ayında  yeni çıkan kitabı “Zeytin Ağacının Gölgesinde” de zaman zaman o döneme geri dönüyor. O döneme baktığımızda yazıların hepsi normal gözlemler. Ama çok hassastı o dönem. Ne dersen ”Türklüğe hakaret”e giriyordu. Maalesef 301 halâ var. Dünyanın başka hiçbir yerinde yok.

Düşünce suçu kavramıyla  ilk kez çocukluğunuzda karşılaşıyorsunuz. Çok hoş bir hikâye biraz anlatır mısınız?

Çocukluğumda İzmit’de yakın komşularımızdan birisi de komşumuz Samiye teyzeydi. Bu komşumuzla ilgili, herkesin bilip de yüksek sesle söylemediği bir gerçek vardı. Samiye teyzenin ağabeyi hapis yatıyordu. Çocuk kafamızdan neler geçmiyordu ki, o azılı bir katil mi, yoksa soyguncu muydu? Fena halde merak ettiğim bu konuyu kime sorsam, “Sen daha küçüksün, anlamazsın!” cevabını alıyordum. Bir gün dayanamayarak babama sordum. Yüzü iyice ciddileşti ve “Bak oğlum, o adam ne katil, ne de soyguncu. O bir şair, hem de çok iyi bir şair. Bazı önemli insanlar onun şiir ve fikirlerinden hoşlanmıyorlar, bu yüzden hapiste ” dedi. Çocuk kafam iyice karışmıştı, birisinin şiir yazıp, düşündü , diye hapse atılmasına inanmıyordum. Ama gene de mutluydum, çünkü Samiye teyzenin ağabeyi Nazım Hikmet’in katil olmadığını öğrenmiştim!.

Kitap yazmaya ne zaman başladınız.

Benim yazma serüvenim Barbro’nunkinin yanında çok amatör kalıyor.(gülüyor) Bütün bu teknikle uğraşmak tabii ki büyük vaktimi aldı. Sonra tempo yavaş yavaş azaldı. Ben de otursam iki satır bir şey yazsam, diye düşündüm. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım emin de değilim. Yine de 60’ından sonra başladım yazmaya. Kimse bana yazma işinin bu kadar heyecan verici, bu kadar hoş bir şey olduğunu söylemedi. Barbro’ya da sitem ettim, insan bir söyler, diye. 5 kitap oldu.

Yaptığınız en ilginç işleri biraz anlatır mısınız, seçmek  zor olacak herhalde, ama…

1980’lerde İsveçli bir yönetmen yazarla birlikte “Yağmur Ormanları” üzerine bir film yaptık. Amazonlara gittik. Ağaçlar 50 m civarında… 100 senede yetişmiş. Japon firmaları kâğıt yapmak için kesiyorlar. Kestikleri her ağacın yerine bir ağaç dikiyorlar ama ağaçlar ancak 100 senede belli bir yere geliyor. O zamana kadar ne olacak. Yağmurlar başladığında ne olacak. Tam bir doğa katliamı. Aynı konuyla ilgili Papua Yeni Gine’ye gittik. Ağaçlar kesilince doğanın dengesi tamamen bozuluyor. Hayvanlar kaçıyor. Kuşlar gidiyor, insanlar da göç etmeye başlıyor. Yerli bir reis “Bu ormanlar bizim derilerimiz, Bir insanın derilerini soysanız, o insan yaşayabilir mi. Bizim derilerimizi soyuyorlar” dedi. Çok çarpıcı bir ifade. Bir diğeri politik, Endonezya katliamı.! 1965 yılında diktatör  Suharto önderliğinde 1 milyona yakın kişinin politik inançları yüzünden yok edilmesini belgeledik.

Son yıllarda hemen her sene baharda İstanbul’da sergi açıyorsunuz, bu yıl Mayıs ayında Yapı Kredi Sermet Çifter Salonunda açılan serginin konusu da diğerleri kadar ilginç oldu. Mayıs 1968’de Fransa’da başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan Paris fotoğrafları ve belgeseli sergilendi. Çekim öyküsünden bahsedebilir miyiz?

Böyle bir olay olacağından haberimiz yoktu. İsveç Televizyonu için modern tiyatronun kurucularından Eugene Ionescu’nun portre belgeselini yapmaya Paris’e gitmiştik. 68 Mayıs’ının başıydı. Yer yer hareketler başladı. Ionescu bizi arayıp Paris’i terk edeceğini söyledi. Röportaj iptal olmuştu. Ne yapacağımızı bilemedik. Sonra Barbro kalıp, olayları görüntülemeyi önerdi ve televizyonu da ikna etti. Güzel Sanatlar Akademisi üç merkezden biriydi. Bütün afişler orada basılıyor, hareketin bir bölümü oradan yönetiliyordu. Oraya girip belgelemek istedik. Dünya televizyonlarından hiçbir haberciyi, özellikle de Fransız TV’sini içeriye almıyorlardı. Yakın dostumuz Abidin Dino orada ders veriyordu. “Gelin ben sizi sokarım”, dedi. Olağanüstü görüntüler ve fotoğraflar çektik. Sergide o dönemin ruhunu yansıtan fotoğraflar ve belgesel yer aldı.

Siz sürekli yolculuk ediyorsunuz. Sizin için yolculuk etmek ne anlama geliyor.

Ben çok meraklı bir insanım. Türkiye dar geldi. Dedim bir çıkayım göreyim, insanlar nerelerde, nasıl yaşıyor. Bize benziyorlar mı, yoksa çok mu ayrıyız onlardan. Ayrılan yönlerimiz mi var benzeyen yönlerimiz mi var, bunları görmek için  dünyayı dolaşmak lazımdı. Dünyayı dolaşmak da öyle turistik ,  bakarak değil görerek  olmalı… Biz de onu yaptık. Gördüğümüz  yetmiyormuş gibi bir de onu belgeledik. Bu hem meslek oldu, hem de yaşam tarzı. Böyle başladık, dolaştık. Tek tek, kıta kıta.  Şimdi bana derler. “Bütün dünyayı gezdin, dolaştın” Dünya dolaşmakla bitmez. Çok yer gördüm, ama görmediğim çok yer de var. Şu yaşa geldim hala merak ediyorum pek çok yeri, yaşantıyı. Bunun yaşı da yok zaten.

“Güneş’in Dünyası”  sergisinde bir  harita yapmışsınız .Bulunduğunuz yerleri kırmızı toplu iğnelerle işaretlemişsiniz.

Evet  harita domates tarlasına döndü, kıpkırmızı oldu. Şimdi bu yaşımda (75) yarın birisi dese ki şurada şu var.Hadi gidelim deseler. (gülüyorum)

Hadi gidelim, derim yani. (gülüyor)

 

 

Zeynep Tanbay

Tüy gibi hafif, bazen bir koca taş kadar ağır. Yerden yüksekte, havada  ya da yerde. Bedenin tüm imkânlarını sergilemeye donatılmış… Duygu ve düşüncenin estetik dışa vurumu… Müzikle yan yana bir ilham perisi.

Uzun yıllar Amerika’nın en önemli topluluklarında dans eden,1997’den bu yana  ülkemizde eserlerini sergileyen Zeynep Tanbay, hayatını oğlu Sinan ve eşi Ufuk Uras’la sürdürüyor.

Zeynep Tanbay 29 Temmuz 1961’de Ankara doğumlu. Baba tarafından dedesi Karadağ’lı, anne tarafı ise Girit ve Makedonyalı. Kökleri çeşitli ülkelere uzanan ailenin tüm fertleri İstanbul doğumlu. Zeynep Tanbay ilkokulu Çankaya İlkokulu’nda, ortaokul ve liseyi Fransız okulu Charles de Gaule’de bitirir. 12 yaşında Kuğu Bale Stüdyosu’nda bale eğitim almaya başlar. Zeynep Tanbay’a o günlerden beri süregelen, çeşitli dönemeçlerden geçen bu olağanüstü dans serüveni için mikrofonumuzu tuttuk.

Sevgili Zeynep Tanbay, 12 yaşında baleye başlamışsın. Nasıl bir stüdyoydu anlatabilir misin? Nasıl başladın.

1973’de Kuğu Bale Stüdyosunda başladım.Benim hocalarım;Tenasup Onat ve Sait Sökmen’di. Balenin kurucusu Dame Ninette de Valois’nin talebeleriydiler. Türkiye’deki ilk baş dansçılardı ve İngiliz eğitimi görmüşlerdi.

Tenasup hocayla Sait ağabey devlet balesinde dansı bıraktıktan sonraki yıllarda beraber bir araya gelip Ankara’da bir okul açmaya karar veriyorlar. İyi bir dansçının sadece konservatuvardan yetişmeyeceğini, özel bale okullarından da iyi bir eğitimle dansçı çıkabileceği iddiasını taşıyorlar. Kuğu Bale Stüdyosunu bu şekilde kurdular. Nitekim onların okulundan ben de dahil olmak üzere 4 dansçı çıktık. Diğer 3 arkadaşım Ankara Devlet Balesinde, İstanbul Devlet Balesinde profesyonel olarak dans ettiler.İlk başta hiç istemiyordum baleye gitmek, ağlayarak gitmiştim. Baleyi   cici kızların yaptığı bir şey olarak görüyordum ve küçümsüyordum. Hani bale deyince insanın aklına pembe tütüler, o masalsı dünya geliyor. “Aman nedir bu saçmalık” falan diye bakıyordum. Fakat stüdyoya girip çalışmaya başlayınca cici kızlıkla hiç alakası olmadığını, korkunç  zor bir çalışmanın gerekliliğini 12 yaşında kavramıştım. Beni en cezbeden şeylerden biri o hareketlerin çok ama çok iyi yapılması için çok ama çok zor bir yolun kat edilmesi gerektiği olmuştu.

Erken yaşta mesleğini bulmak aslında çok istisna bir şey,  sen bu istisnalardan birisi olmuşsun. Nasıl oldu bu. O yaşta tüm hayatını etkileyecek bu kararı nasıl verdin?

Evet şimdiki jenerasyon için çok istisna ama benim jenerasyonumda da çok istisna bir şeydi.  12 yaşında baleye başladım ve hemen 12 yaşında balerin olmaya karar verdim. Tabii ailem  ilk başta bunu bir çocukluk hevesi olarak  gördü. Ama ben şunu çok iyi hatırlıyorum; baleye başlamamla birlikte benim özel bir hayatım oldu. Baleye ait not defterlerim,  hatıra defterlerim vardı. 12 yaşından itibaren yazmaya başladım. Yazdıklarım her yıl gitgide değişiyordu.  Sonra derslerimi yazmaya başladım. Derste şu teknik hareketlerin şu kadarını yapamadım, şunları yaptım diye tek tek isimleriyle yazıyordum.

Peki böyle hayran olduğun bir örnek var mıydı?

Tek bir kişiye hayran olmak gibi bir düşüncem yoktu ama Bolşoy ve Leningrad, Kirov bale benim için önemliydi. Annem seyahatlerde gösterilere gittikçe program kitapçıklarını bana getirirdi. İngiltere’den   Fransa’dan, Rusya’dan geldiğini hatırlıyorum. Hemen bir çırpıda bakardım. Özellikle Rusların fotoğraflarına, sayfaları yırtılana kadar bakardım. Hatta büyüteçle ayaklarına , kollarına, ellerine, parmaklarına  tek tek bakardım. O kitaplar benim için çok değerliydi. Fotoğraflardan bile çok şey öğrenebiliyor insan.  O fotoğraftan o stili o ruhu çıkarabiliyorsunuz.

Dansta İngiliz tekniği, Rus tekniği, Fransız tekniği vardır. Ben Ruslara o kadar hayrandım ki, kitaplarından o kadar çok  etkileniyordum ki tekniğim stilim çok farklıydı. Tenasup Hocanın bana “Zeynep ne yapıyorsun böyle Ruslar gibi kolların orada burada”, dediğini hatırlarım. Bunu olumsuz şekilde söylemesine rağmen Rus dansçılarına benzetildim diye, için için mutluluk duyardım.

Sanırım sizin boyunuz erken yaşlarda da oldukça uzun, avantaj mıydı bu?

Ben baleye başladığımda çok uzun boyluydum. İlk başta gayet iyi gidiyordu, 13- 14 yaşlarında çok uzundum. Balerin olamaz, dans edemez gibi yorumlar çıkmaya başladı.

Böyle bir kıstas mı vardır?

Tabi, tabi önemliydi o zaman özellikle klasik balede Türkiye’de öyleydi. İngiltere’de de boy çok önemliydi. Hatta annem beni İngiltere’de  Royal Academy of Dancing’de yaz okuluna gönderdiğinde, sonrasında bir mektup gelmişti. “Kızınız bu eğitime devam etmesin, vücudundaki  uyum farklı”, diye. Ailem “Zeynep öyle bir mesleğe girdi ki çok mutsuz olacak çünkü başaramayacak,” diye çok endişelendi.

Peki Kuğu Bale Stüdyosu’nda gösterileriniz oluyor muydu?

Operada önemli bir gösterimiz oldu.  Çok önemli bir Rus koreograf olan Asaf Messerer in  kızkardeşi Sulamith Messerer  Ankara devlet opera ve balesine Türkiye’ye çağrılmıştı. Kuğu Bale Stüdyosundan Tenasup Hoca ve Sait ağabey devlet  balesiyle ilişkide olduğu için Sulamith Messerer’den bizim stüdyoya gelip ders vermesini istediler. Ağabeyi Asaf  Messerer “Kuğunun Ölümü”nü Rusların en önemli dansçısı Maya Plisetskaya  için yeniden uyarlamış. İşte Sulamith Messerer bana o koreografiyi öğretmişti. Bir kere geldi stüdyoya; Sait ağabeyle öğrendik. Sulamith Messerer  benim için çok olumlu şeyler söyledi. Ondan sonra ben stüdyodan çıkmadım. Maya Plisetskaya hakkında bir kitabım vardı; annem getirmişti. Ben o kitabı hemen açtım  “Kuğunun Ölümü”ne dair ne kadar fotoğraf varsa hepsini dansın içine yerleştirdim.

Gösteri sonrasında hep davet edilen Rus bir hoca  beni tebrik etmeye geldi. Dansı kimden öğrendiğimi sordu. “Sulamith Messerer buradayken öğretti, ayrıca fotoğraflardan çalıştım,” dedim. Çok şaşırdı. “Tam doğru yerlerde doğru kolları kullanmışsın,” dedi. Bu beni çok mutlu etti. Hayatımda dansım için bana güven veren birileri hep Ruslar olmuştur. İngilizlere göre ‘uzun’, diye nitelenen fiziğim Ruslarla pozitif yargıya dönüştü.

New York’a gitmek nasıl bir karardı?

Sulamith Messerer Rusya’dan oğlu ile birlikte Amerika’ya kaçıyor irtica ediyor ve New York’ta American Ballet Theatre’a hoca olarak geliyor. “Zeynep’i buraya gönderin burslu olarak onu alacağım “, diye anneme yazıyor. Bunun üzerine annem Sulamith Messerer ‘le buluşmak üzere New York’a gidiyor. Ançak 18 yaşımı doldurduğum için burs mümkün olamadı. Ardından Joffrey Ballet School’a başladım. New York’a geldiğimde ise Sulamith Messerer Japonya’ya Tokyo balesine gitmişti. Böyle başlıyor Amerika hayatım. Amerika’ya gitmemin nedeni olan kişi ayrıldı, ben ise gidip 16 yıl Amerika’da kaldım.

Joffrey Bale Okulunda başlayan eğitimimde  ilk birinci yıl New York’ta   Cleveland Bale okulundan burs kazandım. Cleveland’taki bale hocalarım aynı zamanda Minnesota Dance Theatre’da ders vermekteydiler. Minnesota Dance Theatre’da çok önemli bir koreograf olan  Loyce Houlton  beni davet etti.

Bu toplulukta profesyonel olarak dans etmeye başlamışsınız. Nasıl bir dönemeçti, bu?

Çok önemli bir dönüm noktasıydı. Yalnızca klasik eserler yoktu. Neo klasiği, moderni ve çağdaş eserleri içeren geniş bir yelpazeye sahip oldum burada.

Minnesota Dance Theatre’da klasikten sonra modern eserlerde dans etmek nasıl geldi?

 

Bana çok iyi geldi. Klasik baleyle başlamıştım ve klasiği sevmeme rağmen  bütün eserlerini de sevmiyordum, içime sindiremiyordum. Mesela “Kuğu Gölü” çok severek dans ettiğim bir klasik eserdi. Ama kendimi bir “Uyuyan Güzel”, “Fındıkkıran” veya  “Şımarık Kız” da göremiyordum ve yeterince rolüm de olmuyordu. Çünkü ben daha lirik tekniğe sahip, daha romantik fiziğe sahip bir dansçıydım. Karakter rolleri; küçük şımarık kız, küçük bebek gibi rolleri oynayabilecek  fizik yapısına da, karaktere de sahip değildim. O açıdan burada yaptığım modern dans modern baleler, neo-klasikler beni hep daha çok cezp etti.

Baş dansçı da olduğunuz bu toplulukta dans etmeyi ne kadar sürdürdünüz?

3-4 sene burada dans ettim ta ki ayağımın ameliyatına kadar. Orada işte bir buçuk sene ara verdim.  Modern baleleri dans ederken  bunların dezavantajı fazla.  Minnesota Dance Theatre’da modern balede, neo-klasikte öyle hareketler yapıyorsunuz ki normal klasik eğitiminizin, teknik hareketlerin dışında hareketleri denediğiniz için vücutta tabi aşınmalar oluyor. Parmak ucuyla belirli bir çıkış noktasını zorluyor Hareketi defalarca yeniden denedikçe bir şey zedelenmeyebaşlıyor. Benim de ayak parmaklarımdan biri yerinden çıktı.

Tam profesyonel bir dönemimdi. Düşünün, baş dansçıyım, bir anda kendimi yatakta ve tek ayağım havada altı hafta kıpırdamamak şartıyla yatarken buluyorum. Öyle bir durumda vücudum da, beynim de bu şekilde durmaya alışık olmadığı için bir şoka uğradım. Ve enerjimin çıkması gereken bir noktanın olması gerektiğini düşünüyordum. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. O dönem sürekli yazıyordum. Bir yandan da, yatağın içinde bütün zorluklara rağmen müziği koyup, olduğum yerde hiç kıpırdamadan dans edebiliyordum. Bir insan fiziksel engelli olabilir ama içinde o enerji varsa bir yerden fışkırıyor diye düşündürtmüştü ve işte o zaman, oradan bir “iç dansı” çıktı. Ama bu yaşadığım 1985 yılındaydı, ben “iç dansı” 2000 yılında çıkarttım. Koreografiyi çıkartırken hiç bir şeyin farkında değildim, çok sonra o dönemin bir yansıması olduğunu anladım. Şimdi böyle şeyler dikkatimi çekiyor. Bir iskemlede de dans edebilirim ya da bir yere bağlıyken de…

 

1,5 yıl aradan sonra tekrar forma girmek, eski formu toparlamak için bir zaman geçti. Sonra ruhumun tercih ettiği bedenimin de tercih ettiği modern dansa yönelmeye karar verdim ve parmak ucu pabuçlarını orada bıraktım. Bir daha da dönmedim. Bu şekilde modern dansa geçişim oldu.

Sonra nasıl devam ettiniz?

Bu kararı alınca tekrar modern dansın merkezi olan New York’a dönmeye karar verdim. 1989’ta Paul Taylor Dance Company okuluna gittim.Meğer beynimin bir yarısını parmak ucu pabuçları kaplıyormuş! Parmak ucu pabucu bir süre sonra kırılır, kırılınca artık onu giyemezsiniz. Yepyenisi ise çok serttir, yumuşatmanız gerekir, onu fırına sokarsınız, kurdelesini lastiğini dikersiniz, sahnede kullanabileceğiniz hale getirmek zaman alır. Aklınızda hep otomatik olarak point pabucu vardır. Kaliforniya’daki kazadan sonra ilk dans için yumuşak pabuçları giydikten sonra, ‘Allah allah hepsi bu mu?’ dedim. Geçirdim ve bitti diye düşündüm. Bir hafiflik, sanki beynimin içinden büyük bir ağırlık yapan parça alınmış gibi oldum. Ve tamam parmak ucu ayakkabısı bitmiştir dedim.

Modern dansı klasikten ayırırsak, farklılıklar nedir?

Modern dansta şöyle bir zorluk var. Klasik balede hep kendini havaya doğru çekersin, yukarı doğrudur çekim. Yani eğer bir ok işareti çizeceksek en çok ok yukarı doğru çıkar. Yere de ağırlık koyarsın ama esas hep parmaklarının ucunda ve tüy gibi bir hafif ve havadasındır. Yere düşmek gibi bir olay yok. Modern dansta inanılmaz derecede yerde hareketler var, düşüyorsun ve kalkıyorsun. Bu bana çok zor gelmişti. Hayatım boyunca düşmemeye çalışmıştım.Modern danstaki en zor şey buydu.

Paul Taylor’dan burs almışsınız…

Bu derslere girip çıkarken bir gün Paul Taylor ders sonunda beni çağırdı. Kim olduğumu, nereli olduğumu sordu. Çok ilgisini çekmiştim. Burs vermek istiyordu. 27 yaşında olduğumu, burs için yaşlı sayıldığımı söyleyince yaşın öneminin olmadığını ifade etti. Bursu almıştım. Burada dans etmeyi sürdürürken  Martha Graham Çağdaş Dans Okulu’ndan da (Martha Graham School of Contemporary Dance) burs kazandım. Modern dansın temel tekniği olan Graham Tekniği’ni öğrendim ve sertifika programını bitirdim.

Daha sonra Martha Graham Hocalık Diploma Programı’na (Martha Graham Teacher’s Certification Program) davet edildim. Diplomadan hemen sonra Martha Graham Dans Okulu’nun hocalık kadrosuna alındım. Yine aynı yıl Martha Graham Dance Company’ye girdim ve başta New York olmak üzere, Tel-Aviv, Kudüs, Haifa, Atina ve Buenos Aires’te dans ettim.

Dansın Picasso’su diye adlandırılan, bu toplulukta mutlu muydun?

Evet. Ama Martha Graham diğer topluluklar gibi yumuşaklığı olan bir topluluk değildi. Çok sertti, eski klasik ekolden gelen toplulukların  modern  bir versiyonu gibiydi. Hiyerarşisi,  katı kuralları olan bir yerdi. Dans etmeyi çok seviyordum ama kırıcı aşırı hırslar,  hiyerarşik sistem, acımasızlık sarsıcıydı.Topluluğa girdikten sonra turneye çıktık; çok güzel bir turneydi. Ama o kadar zor, o kadar yorucuydu ki, o dansçıların hali ben çok düşündürdü. Döndükten sonra şunu düşündüm ben bu toplulukta devam etmek istiyor muyum yani burada baş rolde dans edeceğim diye bütün bu acımasızlıkları zorlukları yaşamaya değer miydi. Hayatımda ilk defa belki böyle bir soru sordurttu bana bu topluluk.

Sonra?

Bundan sonra artık kendi koreografilerimde dans etmek istiyorum dedim topluluklardan  ayrıldım ve ilk solomu yaptım. “Nothing”. Bir yandan da New York’ta ders veriyorum. 1994’te bu ilk soloyla “Nothing” ile  bir grup Amerikalı koreograf Avignon off Festival’e katıldık. Çok başarılı geçti. Sonra bundan sonra ister iyi ister kötü olsun artık kendi danslarımı yapmaya karar verdim.  Bunun için de Amerika’da olmam gerekmiyordu. Sonra 1995’te “Something” sahnelendi.

Bu arada 95 yılında Elisa Monte Dance  Company dans topluluğuyla İstanbul’a geldim. İlk defa Türkiye’de “Nothing”le CRR’de dans ettim..

Hoşunuza gitti mi? Nasıl değerlendirdiniz?

Çok hoşuma gitti çünkü salon tıklım tıklım dolmuştu. O beni çok mutlu etmişti. İşte ondan sonra Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Hiçbir zaman Amerika’da yaşamak için gitmedim.  İlk gittiğim günden beri geri dönmeyi istiyordum. Türkiye’ye geldiğim zaman gösteriden sonra Mimar Sinan Devlet Konservatuarına davet ettiler, ders vermek üzere. Ancak kadrom hazır değildi. Lise mezunu olduğum için ders vermem mümkün değildi.

Önemli olan benim Martha Graham’de dans etmiş olmam, Amerika’da Alvin Ailey gibi Amerika’nın en iyi okullarda ders veren bir hoca olmam, tecrübelerim yaptıklarım değildi. Üniversite mezunu muydum değil miydim, buydu önemli olan.

Evet bizde kurallar çok katı.

Ben o hırsla geri döndüm ve Empire State College’a gittim. Üniversite diplomamı alıp, 1998’in başında Türkiye’ye döndüm. Mimar Sinan’da ders vermeye başladım, sonra da 99’dan itibaren  Yıldız Teknik Üniversitesi Modern Dans bölümünde hocalık yapmaya başladım. Bu dönem 2005’e kadar sürdü.

2000 yılında  Zeynep Tanbay Dans Projesini kurdum. İlk gösterimizi yine CRR’de yaptık. Zeynep Tanbay Dans Projesi 2000- 2005 yılı arasında proje bazında çalışan bir gruptu. Tek  sürekli elemanı bendim. Her yıl başka dansçılardan oluşuyordu. Daha çok da Avrupa’dan gelen dansçılarla bir proje için bir araya geliyorduk gösterimizi yapıyorduk, dağılıyorduk. Bu esnada Amerika’da Stuttgard Bale’den Avrupa’da dans eden bir dansçı  Lior Lev, 5 yıl hep partnerim oldu.

.Zeynep Tanbay Dans Atölyesi, 10 yıldır gerçekleştirdiği etkinliklerle İstanbul’un en önemli modern dans merkezine dönüştü.

Zeynep Tanbay Dans Projesi’nin çalışma mekânı olan Dans Atölyesi, profesyonel dansçılardan amatör dansçılara, çocuklardan yetişkinlere, modern dans eğitimi konusunda ilk tercih olmayı başardı.

Hangi eserler sahnelendi?

2005- 2006 sezonunda ZTDP 10 dansçıdan oluşan bir topluluktu. İlk eser Dört Ayak, ondan sonra Vivaldi Stravinsky, sonra da Araz sahnelendi. 2003’den 2012’ye kadar Akbank sponsorluğunda gerçekleşti.

Politik olarak belirli bir duruşun var. Peki İstanbul’a,  Türkiye’ye geldikten sonra seni neler, nasıl etkiledi?

Türkiye’ye döndüğümde “Manisalı Gençler Davası” sonuçlanmıştı. 4 yıl hapiste kalan gencecik çocuklar işkence görmüş bir şekilde serbest bırakılmışlardı. Onların o hapisten çıkışları, ailelerine kavuşmaları. Kaybedilen 4 senenin, yapılan işkencenin hiç bir şekilde yargıya gitmemesi, bunların soruşturulmaması, araştırılmaması bunlar beni çok etkilemişti. Burnumun dibinde böyle bir olayla karşı karşıyaydım. Hiç bir şey yapmayacak mıyım duygusu ilk orada çıktı. Ondan sonra zaten “F tipi cezaevleri”ne karşı protestolarda  kendimi bu hareketlerin içinde bulmaya başladım. F tipi cezaevi ile birlikte Türkiye’de çok geniş katılım bulan ‘sanatçıların girişimi’ diye bir örgütlenme olmuştu.  Ve çok ilginç bir şey o zaman bir araya gelen sanatçılar bugün ne yazık ki kutuplaşmış şekilde birbirlerinden ayrı yerlerde duruyorlar. Orada müthiş bir buluşma olmuştu.

Demokratik Toplum Partisi adlı Sema Pişkinsüt öncülüğünde bir parti kurulmuştu. O partinin de ilk kurucularından oldum, içinde yer aldım. Sonra oradan ayrıldım. Şu anda da iletişimde olduğum “Dur De” sivil toplum örgütünün faaliyetlerine katılıyorum. Benim içimdeki dürtü; bir şeylere sessiz kalmamak, tanıklık edip susmak yerine sesimi çıkartmak, bunun bir parçası olmak istememek hali. Sokaklara çıkmamdaki dürtü bu olsa gerek.

Tabii ki Hırant Dink çok önemli bir şeydi; dönüm noktası. Hırant’tan önce Hırant’tan sonra diye hayatın ikiye bölündüğünü düşünüyorum artık Türkiye’de. O 25 davayı bir tanesini bile kaçırmadan orada oldum ben. Bunu kendime bir görev biliyorum ve Hırant ile ilgili her şeyle ilgili, orada olmaya devam edeceğim.

Koreografisini de kendi yaptığınız eserlerdeki temalar sizin dünyaya bakışınızı yansıtıyor mu?

Tabii ki. Mesela Vivaldi-Stravinsky; barış ve savaş teması ile iki bölümden oluşan, birbirinin tamamen karşıtında duran iki dünya sunuyor.

İlk bölümde, Vivaldi’nin değişik konçertolarından derlediği eserde, ideal dünyayı barış ekseninde sunarken, sevgi, dostluk, kardeşlik, hoşgörü gibi temaları kullanıyor.

Stravinsky’de ise ‘Bahar Ayini’nin orijinal versiyonu olan kurban törenine gönderme yapan Tanbay, 21. yüzyılda hâlâ savaşan dünyada tüm insanları kurban olarak ele alıyor. Savaş karşısında insan hallerine odaklanan Stravinsky’de, şiddetin insanı getirdiği çaresizlik, kaçınılmaz değişim ve yaşama mücadelesi irdeleniyor.

Ülkemizde modern dansta yeni ufuklar açan Zeynep Tanbay’a yeni projelerinde şans ve başarı dileğiyle teşekkür ediyoruz.

 

 

Esin Bayru Çelebi

Tarikatların İslam uygarlığını ve ona zemin hazırlayan hayatı şekillendirmelerindeki rolü günümüzde sosyal tarih çalışmalarının başlıca inceleme konuları arasında. Biz bu müesseselerden Mevleviliğe ait bazı bilgileri sizinle paylaşıyoruz. 800 yıllık bir kültürün izlerini sürüyor; son resmi makam çelebisi Celaleddin Bâkır Çelebi’nin kızı Mevlâna Celaleddin Rumî’nin 22. kuşaktan torunu Esin Bayru Çelebi’yle birlikte, bugünden geçmişe uzanıyoruz.

Mevlâna soyundan Abdülhalim Çelebi’nin (1920’de I. TBMM’de II. Meclis Başkanı), oğlu Muhammed Bakır Çelebi’nin torunu ve son makam çelebisi Celaleddin Bakır Çelebi’nin kızı. Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu. Uluslararası Mevlâna Vakfı II. Başkanı.

2 Nisan 1949 Halep doğumlu. 1955’de ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Eğitimine Özel Işık Lisesi İlkokul kısmında başladı ve aynı okulun lisesinden mezun oldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı Arapça ve Farsça Dilleri Bölümü’ne devam etti. 1972 yılında Yenikapı Mevlevihanesi’nden Osman Bayru ile evlendi. Azra ve Esra adlı iki kız çocuk sahibi. İngilizce ve Arapça dil öğrenimini çeşitli kurslarla sürdürdü. Değerli Mesnevihan Şefik Can’ın derslerine katıldı.

 

 

Handan Yalvaç: Sizin 800 yıllık soyağacınızın bugüne kadar bilinir olması çok önemli geliyor, bana. Zannediyorum 1360’lara kadar Eflaki yazıyor. Sonra Mevlevihanelerde bir kayıt sistemi mi var?

 

Esin Bayru Çelebi: Makam çelebileri var. Onların gözetiminde, denetiminde; tayinlerin, önemli olayların, tamir ve onarımların kaydedildiği bir sistem mevcut. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled soyundan gelenler, genellikle makam çelebisi onlar.

 

Handan Yalvaç: Sizin babanız, dedeniz makam çelebisiydi.

 

Esin Bayru Çelebi: Sultan Veled, Ulu Arif Çelebi, dedemin babası Abdülhalim Çelebi’ye kadar hepsi makam çelebisi. Abdülhalim Çelebi Tekke Zaviye Kapatılma Kanununa kadar Konya’da makam çelebisi. Bu kanun çıkmadan önce Abdülhalim Çelebi Ankara’ya gidiyor, Atatürk’le birlikte konuşuyorlar. Tekke Zaviye kanunu sonrasında tekrar konuşuyorlar. O sırada Türkiye sınırları dışında en yakın Mevlevihane Suriye’de, Halep’te. Birlikte verdikleri kararla, büyükbabamı yani Abdülhalim Çelebi’nin oğlu Muhammed Bâkır Çelebi’yi oraya gönderiyorlar. O Mevlevihanenin başına şeyh olarak gönderiliyor. Kısa bir zaman sonra Abdülhalim Çelebi Hak’ka yürüyor, vefat ediyor. O zaman sınırların dışında da Mevlevihaneler var, o Mevlevihanelerin şeyhleri de Bakır Çelebi’nin makam çelebiliğini kabul ediyorlar. Makam da Konya’dan Halep’e geçmiş oluyor. Çok erken ölüyor büyükbabam, 42 yaşında.

Handan Yalvaç: Babanız o sırada okulda mı?

 Esin Bayru Çelebi: Evet. Hatta babası öldüğü zaman İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nde okuyor. Okul devresi bitince annesinin yanına Halep’e gidiyor. Babam Arapça, Fransızca ve İngilizce bilirdi. Hukuk eğitimi almıştır.

Handan Yalvaç: Annesi yani babaanneniz, İzzet Hatun da Mevlevi mi?

 Esin Bayru Çelebi: Hayır. Mevlevilikle ilgisi yok. Halep’te tanışıyorlar. Babaannemin babası, Suriye Osmanlı topraklarındayken oraya gönderilmiş bir Olağanüstü Hal Valisi-Fevkalade Kumandanı, Çerkez Mehmet Bey. Sınırlar değişince orada kalmışlar. Büyükbabamla evleniyorlar ve Halep Mevlevihanesi’nin harem kısmında yaşıyorlar. Babam, halam orada doğuyorlar. Babam 17 yaşındayken makam çelebisi oluyor, babasının ölümünden sonra; Şam, Lazkiye, Trablus, Kahire ve Kıbrıs’taki şeyhlerin Halep’teki toplantıları sonucu makam çelebisi seçiliyor..

Amcası Abdül Vahid Çelebi vekâlet ediyor. 1 yıl sonra da Mevlevihane kapatılıyor. Mevleviler babamı manevi bir büyük olarak sayarlardı. Babam 10 yıl önce Hak’ka yürüdü 1996’da. İstanbul’da vefat etti. Dedelerimizin yanına, Konya Üçler Mezarlığına defnedildi. Ondan sonra da Mevleviler erkek kardeşim Faruk Hemdem Çelebi’yi manevi büyük olarak saydılar. Bugün için soydan gelen manevi bir büyük.

Handan Yalvaç: Sonra babanız İskenderun’a gidiyor. Siz orada mı doğdunuz?

Esin Bayru Çelebi: Hayır ben Halep’te doğdum. Babam İstanbul’a geldiğinde annemi görüyor. Annemle (Fatma Güzide Hanım), babam teyze çocukları. 1947’de yaz tatilinde annemle tanışıyorlar. Sonra da evleniyorlar. Beş çocukları oluyor. Esin, Faruk, Emel, Neslipir ve Gevher.

Handan Yalvaç: Esin Hanım biraz da babanızın Halep Mevlevihanesiyle ilgili anılarından söz edelim mi ?

 Esin Bayru Çelebi: Babamın “Hz. Mevlâna Okyanusundan” adlı bir kitabı var orda, o yılları heyecanla  anlatıyor: “Orayı vatan parçası diye telakki etmemin sebebi, Arap memleketlerinden birisinde olan bu tekkenin gercek bir Türk kültür merkezi olmasındandır. Evet, kapıdan içeriye girer girmez, her Türk yolcusu sanki vatanına kavuşur, her yabancı Türkiye’de hissederdi kendini. Orada yalnızca Türkçe konuşulurdu (…) Hatıralarımda canlı yaşayan kişilerden biri de, Bahçevan Dede idi. O, vatan hasretini gidermek için, çiçek öbeklerine, anavatandan bazı şehir ve mahalle adlarını vermişti. Çiçekleri de öyle anardı, ağaçları da Bu Meram gülüydü, öbürü Karaman çamı. Bu Üsküdar menekşesi, öbürü Maraş kavağı gibi..”

Handan Yalvaç: Bir de Ahçıdede var , babanızın hayatında önemli bir yeri olmuş.

 Esin Bayru Çelebi: Evet, kitapta heyecanla anlatıyor,onu ; ”Tekkede Ahçı Dede’nin de ayrı bir yeri vardı. Son Konya Çelebisi, ilk Büyük Millet Meclisi Reis Vekili; büyükbabam Abdülhalim Çelebi”nin çilekeşi, babam Muhammed. Bâkır Çelebinin, amcam Abdül Vahid Çelebinin ve bendenizin “sema” dedesiydi. Neyzen Tevfik’in de gençlik arkadaşıydı (…) Plaklar yaygınlaşıncaya kadar, musikinin her türlüsünü; ney üfleyen, keman çalan nur yüzlü bir Dede’den dinlerdik. Dede Aşk-ı İlahi ile aşk-ı Mevlâna ile sığındığı yerde, vatan hasretini gençlik hatıralarıyla birleştirirdi, sanki. Duygularının ifadesiydi çaldıkları. Yarı kapalı gözlerinden akan yaşlar beyaz sakalından süzülerek inerdi. Zengin bir repertuvarı vardı, Dede’nin. Kimi zaman Tasavvuf musikisi, Klasik Türk Musikisi, İsmail Dede Efendi, Zekai Dede Efendi, Buhurizade Mustafa Itri, Hafız Post gibi… Kimi zaman da batı müziğinin şaheserleri; Beethoven, Chopin, Bach birbirini takip ederdi.” Tekkeler kapandıktan sonra da Halep’de kalmaya devam ettik. Sonra önce biz İstanbul’a geldik.

Handan Yalvaç: Kaç yaşında geldiniz İstanbul’a?

 Esin Bayru Çelebi: İlkokul I. sınıfta geldim. O zaman anneannemin yanında kalıyorduk. Sonra da babam Suriye’deki topraklarını bir Suriyeliye sattı ve karşılığında onun Hatay’daki topraklarını aldı..Amik ovasında bir süre ziraat ve çiftçilikle uğraştı Daha sonra o da İstanbul’a geldi ve ailemiz birleşti.

Handan Yalvaç: Eviniz ziyaretçilerle dolup taşarmış.

Esin Bayru Çelebi: Babamın dostları çoktu, Evde sürekli sohbet toplantıları olurdu.

Handan Yalvaç: Kimler gelirdi, babanızın dostları arasında kimler vardı?

 Esin Bayru Çelebi: Çok dostu vardı; Abdülbâki Gölpınarlı, Refi Cevat Ulunay, Münir Çelebi, Selman Tüzün, Resuhi Baykara, Ekrem Hakkı Ayverdi, Samiha Ayverdi, Şefik Can, Hattat Hâmit Aytaç, Münevver Ayaşlı, Nezihe Araz, Safiye Ayla, Saadettin Heper, Halil Can, Ulvi Erguner, Kâni Karaca, Ahmet Bican Kasapoğlu, Nezih Uzel, Nevzat Hanım, Süleyman Hayati Loras, Mehmet Önder, Fevzi Halıcı gibi…Evimiz kimin öğretmen, kimin talebe olduğu belli olmayan bir dershane gibiydi. Pek çoğu tekke terbiyesi görmüş ilim adamları, yazarlar, müzisyenler ve onları dinlemeye gelenler; kısaca Hz. Mevlâna’ya gönül verenler, 60 70 kişi o günlerde bu toplantıların müdavimi idiler.

Handan Yalvaç: Babanızın Mevlevi kültürünün tanınmasında, yaygınlaşmasında pek çok çabası olmuş.

 Esin Bayru Çelebi: Çok. Kendisini Türk ve özellikle Mevlana ve Mevlevi kültürüne adamıştı. Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde birçok konferans verdi. O’nun çabalarıyla Unesco 1991 senesini “Yunus Emre Yılı” ilan etti. 1989 yılında babama Konya Selçuk Üniversitesi tarafından “Şeref Doktoru” ünvanı verildi.

Handan Yalvaç: Tekkelerin kapatılmasıyla birlikte  aileniz  çok büyük değişiklik yaşamış olmalı, hayatı sürdürmek açısından.

 Esin Bayru Çelebi: Hz. Mevlana torunu olmak Allah’ın bize verdiği bir lütuf, büyük bir hediye. Bütün gayretimizle de bu hediyeyi taşımaya çalışıyoruz, bir de insanların cetleriyle iftihar ettikleri şeyler vardır. (Bu kelimeyi hayatımda ilk defa kullanıyorum) Abdülhalim Çelebi babamın büyükbabası, günün makam çelebisi, Mevlevilik tarikatının lideri Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’e yardımcı olmuştur. Manevi destek olanlara verilen yeşil şeritli İstiklal Madalyası sahibidir. I. Meclis zamanında Gazi Mustafa Kemal Meclis Başkanı, Abdülhalim Çelebi de 2. Başkan oldu. Torun olarak iftihar ettiğim bir şeydir, bu.

Handan Yalvaç: Peki tekkelerin kapanmasına gönüllü ikna oluyorlar mı?

 Esin Bayru Çelebi: Mutlaka ikna ediliyor kendisi de, yani “gönüllü” kelimesini bugünkü günde söyleyemem. Bilemem o zaman neler yaşandı ama gereken oydu ki o yapıldı ve bize de bu terbiye verildi; “Yasalara saygılı olmak”. Babama da verilen budur. Hatta, bakın mesela Tekke Zaviye Kanunuyla bütün tekkelerden orada yaşayan herkes kendi şahsi eşyalarını alıp çıkmışlardır. Çünkü geri kalan her şey vakıf malıdır. Vakıf malı olan hiç bir şeye el sürülmemiştir. Binası, kütüphaneler, değerli halılar, değerli eşyalar. Bir de Mevlevihanenin yaşaması için vakfedilmiş koca bahçeler, zeytinlikler. Yenikapı Mevlevihanesini ele alalım. Biliyorsunuz Mevlanakapı denilen mahalle neredeyse Zeytinburnu’nun yarısından fazlası Mevlevihanenin toprakları. O arazi ta denize kadar Yenikapı’nın malı. Ekilip biçiliyor, fazlası satılıyor. Hepsi organize ediliyor. Yenikapı’daki mutfaktan matbah-ı şerif’ten yemek yapılıp civardaki fakirlere dağıtılıyor aşevi gibi. Çok büyük bir fırın varmış. Mahallenin ekmeği oradan çıkarmış. Şu anki Valide camiinin olduğu Laleli’deki arazi de Yenikapı’nın vakfedilmiş bir arazisiymiş. Valide Sultan oraya camii yapmak istediğinde, diyorlar ki “vakıf malı, biz size veremeyiz”. Onun üzerine kiralanıyor. Valide Camii yapılıyor. Her sene belli bir miktar altın saraydan Yenikapı’ya gidermiş o arazinin kirası, diye. Ama hepsi vakfa bırakılmış. Mevleviler şahsi eşyalarını alıp çıkmışlar. Bazen soruyorlar: “sizde Hz. Mevlana’dan kalan bir şey var mı?”. Hayır böyle bir şey yok. Bunların hepsi türbenin olduğu Konya’daki müzeye bırakılmış.

Handan Yalvaç: Tekkeler bir süre sonra Suriye’de de kapatılıyor. Aileniz nasıl etkileniyor, bu durumdan?

Esin Bayru Çelebi: Hiçbir şekilde ailede negatif düşünülmüş bir şey değil. Amerika’da Atatürk’ü büyük bir sevgiyle anlattım. Bana “Atatürk ailenizi altüst etmiş, sizin manevi varlığınız, bunların hepsi yok olmuş, mal varlığı yok olmuş” diyorlardı. Ben de şu cevabı verdim: Bir kurtuluş savaşı verilmiş. O savaşın başında Atatürk olmasaydı bugün artık biz biz olmayacaktık. Yurdumuz işgal altında olacaktı. Bunu teyit eden bir şey de söyleyebilirim size: Konya’da “Çelebi Evi” diye isimlendirilen; restore edilmiş bir ev var. Çelebiler, zamanında onu kendi paralarıyla almışlar. Tabii ki o zaman da herkesin bir cep harçlığı var, bir yaşam şekli var.

Türbenin etrafı restore ediliyor. Tapusu ailenin olan evi de istiyorlar. Babam o zaman 16 yaşında. Büyükbabam ona “Ne dersin?” diye soruyor. Babam diyor ki “Siz bilirsiniz” “Her türlü yetki sende olsaydı ne derdin?” diye tekrarlıyor soruyu, büyükbabam. Babam diyor ki “Madem devlet istiyor, verirdim.” Onun üzerine büyükbabam büyük bir sevgiyle babama sarılıyor-bu babamdan nakil “Aferin Celal ben de senden bu cevabı beklerdim” diyor. Evin tapusu da devlete veriliyor. Uzun zaman müze müdürünün lojmanı oldu orası. Babam bizi Konya’ya götürmüştü. Kardeşim Faruk Çelebi’yle beraber, daha çocukken. Mehmet Önder Bey zamanında, biz o evde kaldık.

Handan Yalvaç: Nasıldı?

 Esin Bayru Çelebi: Çok güzel bir şey. Ben hayatımda Mevlana’yı bir kez rüyamda gördüm, o gece.

Handan Yalvaç: İlk sema törenini ne zaman izlediniz?

 Esin Bayru Çelebi: Hatırladığım kadarıyla 9 yaşlarında Konya’da izledim. Ondan önce Halep’teydik, Mevlevihane kapalıydı. Babaannemle beraber Konya’ya gitmiştik.

Handan Yalvaç: Sema töreni sizi nasıl etkiledi. Heyecanlandınız mı?

 Esin Bayru Çelebi: İçinde yaşadığımız için etkilenmedim. Hepsi masal gibi, örneğin mesnevideki hikâyeleri biz çocukken babaannemden dinlerdik.

Handan Yalvaç: Babanızı sema ederken gördünüz mü?

Esin Bayru Çelebi: Hayır sema ederken görmediğim gibi babamın birçok yerde destarlı resmi var, ben hayatımda o kıyafetle de onu hiç görmedim.

Babam son derece modern fikirli bir insandı. Ancak hastalandığında, kalp rahatsızlığı geçirmişti, destar yaptırdı kendisine (Destar, Mevlevilerin belli bir mertebeye gelmişlerine makam çelebilerince verilen rütbeyi ifade eden, başındaki sikkenin etrafında sarılı olan sarık.. Mesnevihan destarı, şeyhlik destarı gibi çeşitleri var). Konya’da yakasız mintan, hırka diktirdi. Çantasına koydu fotoğrafçıya gitti, yalnız başına. Fotoğrafçıda giyinip o kıyafetle bir kaç poz resim çektirdikten sonra giysilerini çıkarıp çantasına koymuş. Yani biz babamı o kıyafetle hiç görmedik. Ama sanki bütün dünyaya miras bırakmış gibi dünyanın bir çok yerinde o fotoğraf var.

Handan Yalvaç: Mevlevihaneler yüzyıllarca varlığını sürdürdü,  oradaki sistemi bize anlatabilir misiniz, Mevlevihanelere kabul nasıl oluyordu, nasıl Mevlevi olunuyordu?

 Esin Bayru Çelebi: Mevlevihaneler zamanında şöyle bir sistem var: Mevlevihane’ye müracaat eden bir kişiye önce ahlaken doğru mu, gerçekten bu eğitimi alabilir mi diye araştırma yapılıyor. Araştırma neticesinde olumlu bir puan almışsa, annesinin babasının rızası var mı, yok mu diye soruluyor. Hani çocuğu için ne hayali var, çocuğun gidip bu eğitim yuvasına girmesini onaylıyorlar mı açısından.

Handan Yalvaç: Yaş sınırı var mı, peki?

 Esin Bayru Çelebi: Bir yatılı okul gibi düşünün Mevlevihaneleri, genç yaşta geliyorlar. Evi, barkı, çoluk çocuğu var ise yatılı okulda kalması zor. Onlar farklı. Öyle biri geldiğinde o da eğitim alıyor ama akşam olunca evine gidiyor. Muhibbanlar, Mevleviliğe ilgisi olanlar var. Sempatizan başka bir deyişle. Onlar da belli zamanlarda geliyorlar, sema izliyorlar. Şimdi olduğu gibi. (Galata Mevlevihanesi’nde her Pazar var.) Yatılı, evci ve arada bir gelip gidenler var. Bir de her Mevlevihane’de bu eğitim yok. Büyük Mevlevihanelerde, asitanelerde geçerli bu sisitem, küçük zaviyelerde değil. Daha çok hocanın olduğu, yani dedelerin olduğu Mevlevihanelerde eğitim veriliyor.

Handan Yalvaç: Belli bir dönem çok sayıda Mevlevihane açılmış?

 Esin Bayru Çelebi: Ama bazıları zaviye bazıları asitane, o büyüklere asitanelere müracaat ediliyor. Böyle bir yere müracaat etti diyelim. 3 gün mutfakta; bir post üzerinde oturuyor ve oradan mutfağı izliyor. Yemeğini veriyorlar, suyunu veriyorlar, ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Mutfak malum evin kalbi gibi. Ayakkabıları da yanında ,onu da almıyorlar, Kimse konuşmuyor kendisiyle, etkilenmesin diye. Bir yandan izliyor,bir yandan izleniyor . Sabrı ne kadar, etrafıyla ne kadar ilgileniyor gibi . Dedeler de onu gözlüyor, onu bekleyen hayatı yaşayabilir mi, yaşayamaz mı diye.

Handan Yalvaç: Mutfak dediğiniz?

Esin Bayru Çelebi: Büyük mutfak, yemek pişirilen yer. Matbah-ı şerif diyoruz. Bir Mevlevihane’de şeyh efendiden sonra ahçıbaşı gelir. Bir yemeği pişirmek, ona lezzet katmak nasıl bir maharet isterse bir insanı da eğitmek öyle bir maharet, öyle bir sabır ister. Şeyh efendiyi okul müdürü, ahçıbaşıyı da başöğretmen gibi düşünelim. Her neyse eğer 3 gün içinde yapamayacağını düşünürse, yanındaki ayakkabılarını giyiyor ve gidiyor. Kimse nereye gidiyorsun demiyor, üzmemek, kırmamak için. O 3 günün sonunda kalmışsa, şeyh efendinin huzuruna çıkarıyorlar, sonra da dedelerden birine teslim ediyorlar. O dede onun öğretmeni oluyor. Ondan sorumlu öğretmen gibi düşünelim. Şimdi Mevlevihanelerin farkı şöyle: Mevlevihaneleri lisan öğreniminin olduğu birer akademi gibi, konservatuar gibi düşünelim. Bilmiyor ise önce okuma yazma öğretiliyor sonra Kuran-ı Kerim, yani Arapça öğreniyor. O gün için geçerli lisan. Sonra mesnevi okuyup anlamayı öğretiyorlar yani Farsça. 2 tane lisan öğrenmiş oluyor. Bütün bu eğitimden sonra neye kabiliyeti , hangi güzel sanatlara ilgisi varsa onu araştırıyorlar. Hat mı tezhip mi, minyatür mü yahut da bir enstrümanı çalmak mı, icra etmek mi bütün bunları araştırıyorlar. Neye kabiliyeti varsa o alanda yetiştiriliyor, bilgilendiriliyor. Aynı zamanda sema etmeyi öğreniyor. Adap öğreniyor. Bu eğitim 1001 gün sürüyor. Çileye girmek diyoruz, buna. Ama Mevlevi çilesi; yalnız, bir odaya kapanıp da bire bir kalmak değil. Tabii onu da yapıyor, buna tefekkür diyoruz. 1001 gün içinde 18 hizmet var. Mutfakta bulaşık yıkamaktan alışveriş yapmaya, sofraya hizmet etmeye, ortalık süpürmeye kadar çeşitli evreler var. “Tamam artık diğerine geçebilirsin” diye, hocası karar veriyor. Böyle bir eğitimden geçiyorlar, hem dini hem maddi eğitim. Hepsini toparladığınız zaman ciddi bir eğitim.

Handan Yalvaç: Diyelim ki büyüdünüz evlendiniz, dergâhın içinde ailenizle birlikte kalabiliyor musunuz? Ya da yalnızca Dedelerin hakkı mı böyle bir şey?

Esin Bayru Çelebi: Bu eğitimden geçilen süre içinde öyle bir hakkı yok. 1001 günün sonunda eğitimden sonra, Dede ünvanı aldıktan sonra evlenebilir. Şeyh olduktan yani eğitmenin en üst rütbesine ulaştıktan sonra evlenebilir çocukları olur. Eğitimini bitirmeden evlenirse buna “çile kırmak” deniyor.

Handan Yalvaç: Peki şeyhler nerede yaşıyorlar?

Esin Bayru Çelebi: Şeyh efendilerin bütün Mevlevihanelerde ayrı bir bölümü, harem kısmı var. Orada eşleri ve çocuklarıyla yaşıyorlar. Ama daha öncesinde evlenebilir Mevlevihanenin dışında kendine bir ev tutar orada yaşarlar.

2007 yılı Unesco tarafından “Mevlâna Yılı” olarak ilan edildi “Sema ve Mevlevi Müziği”de “Dünya Mirası”kapsamına alındı .Uluslararası Mevlana Vakfı olarak bu konudaki gelişmeler nasıl oldu. Sizin ,Vakfın II. Başkanı olarak katkınız büyük.

 Esin Bayru Çelebi: Bundan 2 yıl önce 2005’de Uluslararası Mevlana Vakfı olarak “Sema ve Mevlevi Müziği” üzerine bir projeyi Kültür Bakanlığı’na sunduk. Kültür Bakanlığı Unesco’ya sundu. Unesco da bu projeyi çalıştı ve kapsamlı bir soru dosyası gönderdi.

Cevapları hazırlamak için Kültür Bakanlığı Uluslararası Mevlana Vakfı’na başvurdu. Biz de vakıf olarak bu dosyayı hazırladık. Kültür Bakanı imzasıyla Unesco’ya gönderildi. Unesco bu projeyi, o zamana kadar kendisine gelen en kapsamlı proje dosyası olarak kabul etti. Bunun için Bakanlığımıza teşekkür gönderdi. “Sema ve Mevlevi Müziği” bozulmaya yüz tutmuş, korunması gereken “Dünya Kültür Mirası” kapsamına alındı. Hemen arkasından ikinci projeyi sunduk: Hz. Mevlana’nın 800.’ncü doğum günü nedeniyle “2007’nin Mevlana Yılı” ilan edilmesini önerdik. Onu da kabul ettiler. Vakıf olarak Kültür Bakanlığı ile birlikte çalışıyoruz. Bizden istenilen bilgileri veriyoruz.

Bir Tarikat Olarak Mevlevilik

Mevlana ve oğlu Sultan Veled dönemlerinden başlayarak tarikatın yapısı gereği sürekli üst düzey yön eticilerle yakınlık içinde gelişip büyüyen ve yayılan Mevlevilik XVII. yüzyıla kadar gerek Çelebiler gerekse diğer tarikat mensuplarıyla bu özelliğini devam ettirmiş; vezirler, beyler ve paşalar tarafından inşa edilen Mevlevi dergâhlarının tamirleri de padişah emriyle hazineden karşılanmış, Mevlevilik XVII. asırdan itibaren adeta bir devlet müessesesi halini almıştır. Sultan Veled döneminde Mevlâna mirasının etkisiyle daha çok toplumun üst kademelerine hitap eden ve beyliklerle sağlanan irtibat neticesinde siyasal alanda da etkinlik gösteren ve toplumsal bir örgüt haline gelen tarikat idari olarak da teşkilatlanmıştır. Çelebilik makamı kurulmuş ve bu dönemden itibaren Mevlâna soyundan gelen Çelebiler tarikatın başına geçmişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, ilk baskısı 1953’de yapılan “Mevlana’dan sonra Mevlevilik” isimli kitabında Mevlevihanelerin sayısını; on beşi asitane, yetmiş altısı zaviye olmak üzere doksan bir adet olarak vermektedir.

İstanbul’da tesis edilen Mevlevihanenin koronolojik sıralamasına göz atacak olursak; fethi müteakip Fatih Sultan Mehmed tarafından Kalenderhane adıyla Mevlevilere tahsis edilen Hristos Akataleptos Kilisesi şehrin ilk Mevlevihanesi olarak kabul edilir. (Baha Tanman) Daha sonra Mevlevihane olma özelliğini kaybetmiş, 1491-1492’de faaliyete geçen Galata (Kulekapısı) Mevlevihanesi İstanbul’da ilk kurulan Mevlevihane olarak gösterilmiştir.

Bostan Çelebi’nin (ö.1630) makam çelebiliği zamanında Mevlevihaneler giderek yaygınlaşmıştır. Hatta dervişlerin sayılarının 80 bine ulaştığı söylenir. 1746’da Mehmet Ali Çelebi döneminde Mevlevihaneler Anadolu sınırlarını aşmış: Bağdat, Musul, Kerkük, Halep, Hama, Humus, Şam, Kudüs, Medine, Mekke, Tebriz, Lefkoşa, Hanya(Girit), Sakız, Midilli, Siroz, Belgrad, Saraybosna, Filibe, Niş, Peç, Selanik, Üsküp, Vodine’de zaviyeler açılmıştır. Bu arada yalnızca İstanbul’da Galata (Kulekapısı), Kasımpaşa, Yenikapı, Beşiktaş/ Bahariye ve Üsküdar olmak üzere 6 Mevlevihane (asitane) nin olduğunu biliyoruz,

(Sezai Küçük ,Mevleviliğin Son Yüzyılı)

Yenikapı Mevlevihanesi

Yenikapı Mevlevihanesi, Galata Mevlevihanesi’nden sonra kurulan ikinci Mevlevihane olup (Şubat 1598) zamanla tarikatın İstanbul’daki en büyük merkezi haline gelmiştir Mevlevilik tarihindeki pek çok önemli Mevlevi; Mustafa Itrî Efendi, Hammamizade İsmail Dede ve uzun yıllar Galata Mevlevihanesi’nin postnişinliğini yapan Şeyh Galib bu dergâhta yetişmiştir.

Ahmed Eflaki’nin “Menakıbü’l-Arifin” Abdülbaki Nasır Dede tarafından 1793’de çevrilmiş ve III. Selim’e ithaf edilmiştir.XIX. yy. öncesi başlayan Osmanlının “Tarikatları ve tekkeleri kontrol altında bulundurma” düşüncesinin devamı olan “Meclis-i Meşayıh” (Şeyhulislamlığa bağlı , tekkelerin temsil edildiği meclis) 1866’da faaliyete geçmiş, ilk reisi Yenikapı Mevlevihanesi postnişini Osman Salahaddin Dede olmuştur. II. Mahmut, Abdülmecid ve Abdülhamid’in desteğini, iltifatını kazanmıştır. Mevlevihane : Sadrazam Keçeçizade Fuat Paşa ve Ali Paşa, Prens Mustafa Paşa, Sadrazam Midhat Paşa, Şeyhulislam Sadeddin gibi devrin ileri gelen devlet adamlarının toplantı yeri haline gelmiştir. Yenikapı Mevlevihanesi’nin son postnişini; Abdülbaki Dede (Baykara) 1909’da Meclis-i Meşayih, azalığına seçilmiş, bu görev azledilinceye kadar (1917) sürmüştür. Postnişinliği 1925 yılına kadar süren Abdülbaki Dede, tekkelerin kapatılmasından sonra bir süre Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu üyeliği yapmış, İstanbul Türk Ocağı Müdürlüğü, Fuad Köprülü’nün aracılığıyla Edebiyat Fakültesi Farsça hocalığı gibi görevlerde bulunmuştur. Son görevi ise Bakırköy Ermeni Lisesi edebiyat öğretmenliğidir.

Tekkelerin kapatılmasıyla semahanesi ve türbesi mühürlenen Mevlevihanenin şeyh dairesi Cumhuriyet döneminde uzun süre öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır. 1961’de çıkan bir yangın sonucu semahane, şerbethane ve türbe tamamen yanmıştır. Günümüzde Zeytinburnu ilçesi Merkez Efendi Mahallesi’nde bulunan Mevlevihanenin yeniden inşası ve restorasyonuna başlanmış, çalışmalar tamamlanmak üzeredir

 

Galata Mevlevihanesi

“Galata Mevlevihanesi Osmanlı moderleşmesinin köklü reformlarla toplumsal yapıyı şekillendirmesiyle birlikte III. Selim döneminde, bu değişimi yakından destekleyen yenilikçilerin başlıca merkezi durumuna gelmiştir. Kendisi de Mevlevi olan III. Selim’in askeri ve idari alanda başlattığı reformlara karşı Bektaşilerden kaynaklanan muhalefeti bir ölçüde dengelemek amacıyla Mevleviliği güçlendirme yoluna gittiği görülmektedir. Mevlevihanenin toplumsal kültür üzerindeki yenilikçi etkisi (1925) kapatılana kadar sürmüştür.” (Ekrem Işın). Aynı zamanda İstanbul’un belli başlı kültür merkezlerinden biri haline gelen Galata’da ilk kez mutrib heyetine piyano dahil edilmiş tasavvuf musikisinde kullanılmıştır. Divan Edebiyatının ünlü şairi Şeyh Galib’e yakınlığı dolayısıyla Osmanlı şehzadesi II. Mahmut’u da etkilemiş, Mevlevi tekkelerine önemli ölçüde destek verilmiştir. “Topkapı Sarayı Arşivi’nde bulunan 3102 nolu evrak, bu yeni dönemle birlikte İstanbul’daki Mevlevihanelere tahsis edilen aidatları ve Galata Mevlevihanesi aidatını şöyle sıralamaktadır:

1. Şeyhe maaş 200 kuruş

2. Dergâhta görevli olan imam, duacı, sernâyi v.s. gibi 18 adet derviş için 324 kuruş

3. Taâmiye 400 kuruş

4. Yağ bahası 76 kuruş” (Sezai Küçük ,Mevleviliğin Son Yüzyılı)

Galata Mevlevihanesi 1835’de yangın geçirmiş, sonra II.Mahmut tarafından yeniden onarılmıştır. Bunu dile getiren şair Lebib’in Yesarizade Mustafa İzzet hattıyla yazılmış 1835 tarihli II. Mahmut tuğralı ta’lik kitabesi bugün dergâhın Galip Dede caddesine bakan giriş kapısı üzerindedir.1975’den itibaren müze olarak işlevlendirilen Mevlevihane’de izleyiciye açık Mevlevi ayinleri düzenlenmektedir.

Mevlevi Alayı ve Veled Çelebi İzbudak

Veled Çelebi İzbudak, 16 Temmuz 1867’de Konya’da doğmuştur. Anne ve baba tarafından Mevlana soyundan gelen Veled Çelebi. Farsça, Arapça ve Mesnevi Şerif dersleri almıştır.9 yıl süren makam çelebiliği sırasında o zamana kadar güzel sanatlarda adını duyuran Mevlevi dervişler ilk kez asker olmuşlardır. I. Dünya Savaşı yıllarında “Mücahidin-i Mevleviyye” adlı Mevlevi alayını kurarak; Şubat 1916’da başlarında sikkeleri ve dervişane kıyafetleriyle ,İstanbul, Konya, Ankara güzergâhını izleyerek Şam’a gitmişlerdir. 4. Orduya moral kaynağı olan bu alay daha çok geri hizmette kalmış, savaşa aktif olarak katılmamıştır. Süheyl Ünver’in aktardığına göre 47 Mevlevihanenin katıldığı alayda , toplam 1023 derviş bulunuyordu. Mevlevilik tarihi çalışmaları açısından en önemli kaynak, birçok yazışma, belge ve bilgi Konya Mevlana Müzesi Arşividir. Özellikle 1911 yılında Veled Çelebi’nin postnişinliği döneminde diğer Mevlevihanelerden toplanan belgeler birinci derece kaynaklık eder.

Veled Çelebi Sultan Vahdettin tarafından Maarif Nezaretince Tetkikat-ı Lisaniye Encümenliğine tayin edilmiştir. Ali Ekrem, Halid Ziya, Cenap Şahabettin ve Ahmet Hikmet’le birlikte çalışmıştır. 1921 yılında Ankara’ya gelmiş dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver’in desteğiyle Ankara Lisesi’nde Farsça öğretmenliği yapmış; Telif ve Tercüme Encümeni’nde Ziya Gökalp ile birlikte çalışmıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra, ikinci mecliste Kastamonu milletvekili olmuş, (1923-1939) bu dönemde Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması görevi, ona verilmiştir. Kastamonu mebusluğundan sonra Yozgat milletvekilliği yapmıştır, 4 Mayıs 1953’de Ankara’da vefat etmiştir. Cenazesinde İsmet İnönü başta olmak üzere devlet temsilcileri, sanat, edebiyat ve bilim adamlarından oluşan bir heyet hazır bulunmuştur.Konya Üçler Mezarlığına defnedilen diğer Çelebilerin dışında kalarak Cebeci mezarlığına defnedilmiştir.

Mevleviler ve Güzel Sanatlar

Mevlevi musikisi Mevlâna ile başlamıştır. Mevlâna zamanında tasarlanmamış zamanlarda semâ yapıldığı, meclislerinde neyzenlerin, rebabzenlerin ve hanendelerin olduğunu Eflâki’nin kayıtlarından biliyoruz. Oğlu Sultan Veled devriyle birlikte, sema meclislerinde bestelenen ayinler okunmaya başlanmıştır. Bu eserler klasik Türk Müziği sistemi dahilinde, dini duygulara tercüman olacak üslupta bestelenmiş “âyin-i şerif”lerdir.Tasavvuf musikisi Osmanlı padişahlarından “Suzîdilara” makamıyla bir Mevlevi ayini besteleyen III. Selim ve II. Mahmut tarafından desteklenmiştir. 19. yy’a kadar bestelerin sayısı çok azken bu yy’da 56’ya çıkmıştır.

Mevlevilerde şiir çok önemli. Duyguyu ve düşünceyi anlatmakta çok güçlü bir form olan şiiri Mevlâna kullanmıştır.

Şeyh Galip, Esrar Dede, Nefî, Nâbî, Nedim ve III. Selim Divan edebiyatının önde isimlerindendir. 19. yy’da Mevlevi kadın şairlerden Leyla Hanım’ın, Şeref Hanım’ın Divan’ı vardır. XX. yy’da Veled Çelebi (İzbudak), Ahmed Remzi (Akyürek) Dede, Tahir-ül Mevlevi (Olgun), A.Avni Konuk sayılabilir. Şahabettin Uzluk’un aktarımıyla devrinin birer sanat akademisi gibi çalışan Mevlevi tekkelerinde ve tarikat bünyesinde kültür ve sanat tarihinde ün yapmış musikişinas ve şairlerin yanında birçok hattat, nakkaş, müzehhib, minyatürcü ve ressam yetişmiştir.Diğer bir sanat dalı olan mücellidlik de ilgilenmişlerdir. Makta, kâğıt makası, kâğıt oymacılığı, kalemtıraş, altlık yapan dervişlerle birlikte hakkak Mevleviler de bulunmaktadır.Ünlü Mevlevi saat imalatçıları ve tamircileri vardır.Ahmet Eflaki Dede 1825 yılında Galata Mevlevihanesi’nde 18 yaşında iken çileye soyunmuş, 1828 yılında çilesini tamamlamıştır. Daha sonra ilm-i rücum’a olan ilgisi nedeniyle, bu hususta ilim tahsil ettiği gibi, saatçiliği de merak sarmış II. Mahmut’un “Muvakkit”i olmuş, daha sonra da Sultan Abdülmecit tarafından sanatını geliştirmesi için Paris’e gönderilmiştir.Paris’te zamanın sanat ustası Berke’ye talebelik yapmış ve bu ustanın meşhur iki çırağından biri olmuştur. Paris’te bulunduğu süre içinde Mevlevi sikkesiyle dolaşan Eflaki Dede, Parislilerden ilgi ve hürmet görmüştür. İstanbul’a döndüğünde Bab-Ali Muvakkitliği’ne getirilmiş. Mevlevi sikkesi şeklinde imal ettiği saatlerden üçü Topkapı Sarayı’nda “Saatler Galerisi”nde bulunmaktadır. (U. Derman ,Mevlevilikte Sanat)

Mevlevi Âyini

Refi Cevad Ulunay’ın aktarımıyla “Mevlevi Âyin’i tamamen rumuzdur. Bu ayinde en ufak bir hareket dahi rumuz çerçevesinin dışına çıkamaz. Mevlevilikte ilk sembol neydir. Ney insanı remzeder. 2. sembol kudümdür. Ayin: Na’t-ı şerif, ney taksimi, Sultan Veled devri denilen 3 devir, 4 selamdan mürekkep semâ, Kur’an’dan bir aşır, bir dua ve gülbankdan ibarettir. Na’t-ı şerif: Hazreti Mevlâna’nın, Cenab-ı Peygamberimizin vasıfları hakkında söylediği şiirlerdir.” Semazenlerin giysileri de sembolleri içerir.. Beyaz tennure nefsin kefenini, başlarındaki sikke-i şerifler nefsin mezar taşlarını, hırkası nefsin mezarını sembolize eder. Sema töreni nefsi terbiye etmek, nefsi temizlemek, öldürmek için yapılır. Ahmet Hamdi Tanpınar ,Beş Şehir”de “Mevlevi âyinini son defa dergâhların kapanmasından biraz evvel, bir Kadir Gecesi görmüştüm. Bu kadar sembollerle konuşan bir terkip azdır. Her duruşun, tavrın, kımıldanışın ve adımın manası vardır. O hırkaya bürünüşler, ilk ney sesinde uyanışlar (ölüm ve haşir), kol açışlar ve ayak kilitleyişler (Mevlevi ayininde her Mevlevi, Ali’nin Zülfikar’ı olur), bir kitap gibi derin derin anlatan şeylerdir. Asıl sema’a gelince, şüphesiz dünyanın en güzel rakslarından biridir.” diye âyini anlatır.

Gülbank, Farsça’dır “gül sesi, bülbül şakıması” anlamına geliyor. Gülbank Türkçe sözlükte “Hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant”, diye geçmektedir. Gülbank okunması için daha çok gülbank çekmek deyimi kullanılmıştır. Kelime bir terim olarak ele alındığında karşımıza bir tasavvuf ve tarikat terimi olarak çıktığı gibi Yeniçeri törenlerinde kullanılan askeri bir tabir olma özelliği de göstermektedir.

Asaf Halet Çelebi “Bazı Mevlevi Âdetleri” adlı seri makalesinde; Meydan-ı Şerif, Aynürl Cem, Sofra ve Lokma Gülbanklarına ait metinler nakletmektedir. Mevlevihanelerde yemeğin mutfakta pişirilmesinden, belli bir adap içinde yenerek sofranın kaldırılmasına kadar geçen zaman dilimi içindi kısım kısım okunan ve genel olarak somat/sımat glübankı adı altında zikredilen metinler karakteristik birer örnek olarak kayda değer.

Mevlevilerce mukaddes bir yer olarak kabul edilen mutfak Mevlana’nın ahçısı Ateşbaz-ı Veli’nin de makamıdır. “Çiğler orada pişer, hamlar orada olgunlaşır.” Yemek başlangıcında çekilen gülbank, pilavın gelmesiyle birlikte yerini başka bir gülbank’a bırakır: “Yola düşmüş süfileriz biz, Hakk’ın sofrasına oturmuş, nimetini yiyenleriz biz. Ya Rabbi şu kaseyi, şu nimeti ebedi kıl” anlamına gelen Farsça gülbank çekilir. (Mustafa Uzun, Türk Tasavvuf Edebiyatında Bir Dua ve Niyaz Tarzı Gülbank, adlı makale)

Mevlana Celaleddin-i Rumî ve Eserleri

Abdülbaki Gölpınarlı’dan (Mevlâna, Varlık Yayınları, 1973) aktarımla “Mevlâna’nın şiirlerinde hâkim unsur; şüphe yok ki idealizmdir ve o, klasik bir şairdir. Fakat kendisinde önceki kültürü tamamiyle kavramış olan Mevlâna, Yunan-İran mitolojisini, Batlamyus mesleğini, tefsir, hadis, kelâm, mantık gibi klasik bilgilerle tasavvufu, Kur’an’ın ve hadislerin hükümlerini, Kur’an hikâyelerini, hatta bazen inanıyor gibi göründüğü, fakat çok defa inanmadığını açıkça bildirdiği yıldız bilgisi gibi aslı olmayan bilgileri, hasılı Mısır’ı, Hind’i, İran’ı, bütün eski medeniyetleri ve yüzyılları bize nakleder.” En önemli eserleri: Mesnevi; mesnevi tarzında yazıldığı için bu adla anılan eser altı cilt, 25 618 beyittir, tarafımızdan Türkçeye çevrilmiş ve Milli Eğitim Vekâletinin Şark-İslam Klasikleri serisinin birinci kitabı olarak 1941-1946’da basılmıştır. Divan-Kebir; aşağı yukarı 21366 beyit olarak 2073 şiir ve ayrıca 1791 rubai vardır. Reynold A.Nicholson Divan’dan 48 şiirin metin ve tercümesini “Selected Poems from the Divanı Shamsı Tebriz”adıyla 1818’de yayınlamıştır. 1642 rubaisi Veled Çelebi tarafından yayınlanmış, 107 rubai Hasan Âli Yücel, 276 rubai de Asaf Hâlet Çelebi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. 210 rubai de tarafımızdan tercüme edilmiştir.Fihi mâ-fih; Mevlana’nın konuşmalarının zaptından meydana gelen bu eser, rahmetli Ahmet Avni Konuk tarafından tercüme edilmiştir. Yazma nüshası Konya Müzesi kütüphanesindedir.”

 

 

 

 

 

 

Ertuğrul Erol Ergir

Giritli, Karşıyakalı, Galatasaraylı Ertuğrul Erol Ergir

1923 yılının Ocak ayında Lozan’da imzalanan protokol sözleşmesiyle birlikte İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları  hariç olmak üzere, Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyruklarıyla, Müslüman dininden Yunan uyruklarının 1 Mayıs 1923 den itibaren mübadelesine karar verilir.

 

Yüz yıllarca bir arada yaşamış zaman zaman gerilmiş, sıkıntılar çekmiş bu iki topluluk antlaşmayla birlikte büyük bir şaşkınlık ve korku yaşar. Kararın açıklanmasından hemen sonra iki tarafta da günler çok zordur. Bir taraftan mübadele şartlarına uygun belgeler hazırlanır, diğer taraftan ata yadigarı kıymetli, kıymetsiz ne varsa sandıklara doldurulur.  Birkaç ay içerisinde göç başlar.  Rumlardan vücutça sağlam erkekler anadoludan giden ilk kafileyi oluşturur. Selanik,  Mersin, Samsun, İzmir ve kısmi olarak da Trabzon limanları dolar taşar.

 Mübadele kararının çıkmasının hemen sonrasında yaşananlara bizzat Mülteci İskan Komisyonu Başkanı Henry Yorgenthau not düşer; mübadillerin Teselya’ya gelişini anlatır:

.“Rıhtıma indiğimde büyük bir mülteci topluluğu gördüm. Normal olarak iki bin kişi alabilen gemiye yedi bin kişi doldurulmuştu. Solucan gibi büzülen, çektikleri eziyet nedeniyle kıvranan insanlar güvertede, balık istifi gibi üst üsteydi. Uzanıp uyuyabilecekleri boş bir yer yoktu. Tuvalet ihtiyaçlarını giderebilecekleri bir yer de mevcut değildi. Dört gün dört gece boyunca çoğu açık güvertede dikilerek yolculuk etmişlerdi. Sonbahar yağmuru ile iliklerine kadar ıslanmışlardı, gece rüzgarı içlerine işlemişti, öğlen güneşiyle de her yanları yanmış ve kabarmıştı. Bu insanlar kapkara olarak, aç, hasta, haşarat içinde gözleri çökmüş, korkunç pis bir koku yayarak sahile çıkmışlar ve ümitsizce yere çöküvermişlerdi.”

 

İki kıyı arasında gidip gelir göçmen gemileri…  Doğdukları yurtlarını bir daha dönmemek üzere  bırakan milyonları günlerce, aylarca taşır. Seneler geçer, geride bırakılan acı zamanın, hayatların hikayeleri dillenir ve geriye fotoğraflar, şarkılar kalır.

 

“benim giritli limon ağacım
seni nerelere dikeyim
dikeyim, dikeyim
seni kalbime dikeyim…”

“ΚΡΗΤΙΚΙΑ ΜΟΥ ΛΕΜΟΝΙΑ
ΠΟΥ ΝΑ ΣΕ ΦΥΤΈΨΟ
ΝΑ ΣΕ ΦΥΤΕΥΣΩ
ΣΤΗΝ ΚΑΡΔΙΑ ΜΟΥ”

Sayıları elli bini bulan Girit göçmenleri, çoğunlukla İzmir, Ayvalık, Cunda ve Mersin’e yerleştirilir. İzmir’de bu yeni hayata başlayan ailelerden  Resmo Belediye Başkanı Hüsnü Bakioğlu’nun torunu  Ertuğrul Erol Ergir’in  mübadeleden tam 86 yıl sonra misafiri olduk.

 

Erol beyin dedelerinin hikayesi Girit’in Osmanlılar tarafından alınmasıyla başlar.

“O yıllarda Müslüman olmayanlar askere alınmazlardı. Konya ve civarında Mevlevilik yaygındı. Belki de saray, Sunni inanışı güçlendirmek düşüncesiyle asker ihtiyacını İç Anadolu’dan genellikle Konya Karaman civarından temin ederdi. Yusuf Paşa da (Deli İbrahim dönemi) aynı yolu seçerek İç Anadolu’dan topladığı Müslümanları askere alarak Mora’ya taşıtmış ve Anadolu sancağını kurmuş. Rumeli sancağını ise yine İç Anadolu’dan ve Konya Karaman civarından toplayıp Bosna Hersek Arnavutluk işgalinde kullanılan ordu mensuplarının torunlarını askere alarak oluşturmuş.

.

Annemin dedeleri Anadolu sancağında, baba tarafımın dedeleri ise Rumeli sancağında savaşmak üzere askere alınmışlar. Yusuf Paşa bu iki sancağı Mora Adasında eğitmiş ve 1644’de Girit işgaline başlamış. Önce Hanya sonra Resmo şehirleri Türkler tarafından işgal edilir, adanın tamamı tam 25 yıl sonra, 1669’da Venediklilerden Osmanlı İmparatorluğu’na geçer.

Savaşan askerler terhis edilmez, aksine adada yerleşmeleri ve adalı kadınlarla evlendirilmeleri emredilir.”

Girit’in Osmanlıya bağlı tarihi1878 Halepa sözleşmesi ile değişmeye başlar. Antlaşmayla birlikte artık adada  Rumlarla Türkler ortak yönetimdedir.

Türkçe’nin yanında Rumca da resmi dil olur.

 

Resmo’da yaşayan anne tarafından Ertuğrul Erol Bey’in büyükbabası Hüsnü Bakioğlu yüz yıl başında  İstanbul’a Mekteb-i Sultani’ye gönderilir. Orada Fransız ihtilali’nin etkileriyle tanışır. İnsan hakları, eşitlik kavramlarıyla bütünleşerek  Girit’e, Resmo’ya döner.Çocukluk arkadaşı Eleftherios  Venizelos’la da düşüncelerini paylaşır. . 1911 yılında  belediye başkanı seçimlerine aday olur. Yoksul Rumların oylarıyla ve Venizelos’un büyük yardımıyla seçimleri kazanır.  Venizelos o esnada Girit komiseridir. Diğer aday; Türklerin desteklediği  dayısı Safter bey’dir. 1919 yılına kadar süren bu görev  ona Resmo’nun son Türk Belediye Başkanı  ünvanını da getirecektir., Erol Bey’in anneannesi İffet Kuyumcu Hanya’dan Venizelos’un komşularıdır.   Hüsnü bey’le iffet hanım Venizelos tarafından tanıştırılır sonra da evlenirler.  Venizelos başbakan olarak  Resmo’ya ilk gelişinde, kendisini karşılamaya gelen heyette yakın dostu, dönemin belediye başkanı Hüsnü Bey’i göremez.. Türk olmasından dolayı Hüsnü Bey protokol dışında tutulmuştur. Venizelos, sandaldan karaya çıkması için kendisine uzatılan elleri reddeder. Hüsnü Bey’in hemen bulunup getirilmesini emreder. Hüsnü Bey’in gelip elini uzatıp onu karaya çıkarmasıyla bu dostluk bir kez daha pekişir, Bu ziyaret sırasında Girit’te tırmanan gerilim nedeniyle Hüsnü Bey’i hiç değilse ailesini İstanbul’a göndermesi konusunda zorlar. Ve aile için bir pasaport hazırlatır. Aile önce Atina’ya oradan da İstanbul’a geçer. Büyükbaba bir süre daha Resmo’da kalır. Girit’te bir Türk Belediye Başkanı olarak her an öldürülme tehlikesi olmasına rağmen Rum dostları  vardır. “Onu koruyorlardı. Komşusu gelip evinde nöbet tutuyordu.diye anlatır Erol bey:  Bir defasında büyükbabam bir Rum’un onu takip ettiğini fark eder, döner ceketini açar  ‘ulan beni öldüreceksen öldür ne geliyorsun arkamdan’ der.Meğer onu korumak için takip edermiş”.Hüsnü Bakioğlu Kurtuluş Savaşı’nın başlamasıyla bir gece fesini ve bastonunu Belediye Sarayı’nda bırakarak İstanbul, Erenköy, Zincirli Köşk’de oturan Girit’li akrabalarında kalan ailesinin yanına gelir.

 

1923’de Lozan’da imzalanan protokol ve sonrasında 1924’de imzalanan antlaşma sonucunda Girit’teki mal varlıklarının karşılığında İzmir, Karşıyaka Yalı’da şimdi Yelken Apatmanı’nın olduğu yerde, bir Rum evine yerleşirler.

Yüzlerce yıl önce Anadolu’dan ayrılıp Girit’i yurt sayan Osmanlı askerlerinin torunları dönüp arkalarına bakmadan, dudaklarını mühürleyip yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne katılırlar.

Galatasaray Lisesi mezunu  Hüsnü Bakioğlu İzmir’e gelir gelmez  Fransızca bilmesi sayesinde Aydın-İzmir demiryollarında iş bulur. Hüsnü Bey ve eşi iffet hanım; çocukları, akrabaları ve komşularıyla birlikte  yeni hayatlarına alışmaya çalışır

 

Erol beyin babası İbrahim Şinasi’nin ailesinin büyük bir kısmı i1919 da  katledilmiştir..  İbrahim beyin babası Mehmet Efendi yanına eşi; Hanya eşrafından Kavurların kızı Havva Kumru’yu ve çocuklarını alarak İzmir’e yerleşir.

 

Daha önce gelip, ticarette  başarı kazanmış akrabaları Hüseyin Avni vasıtasıyla Damlacık’ta kahve, dükkan, ahır ve bir fırın bulunan binayı satın alırlar. Mehmet Efendi de yeniden ticaret hayatına başlar. Ağabeylerinden ikisi Mersin’de Fransız demir yollarında iş bulup çalışmaya giden İbrahim de bir  yandan Atatürk Lisesi’nde okur, diğer taraftan da tanınmış Giritli tüccarlardan Hüseyin Galip Şerbetçi’ye çıraklık yapar.. Anadoluya yerleşen Girit Türklerinden  meslek sahibi olanlar kolayca iş bulmuşlar ya da  kendi işlerini kurmuşlardır. Ama genel olarak çok az Türkçe bilen Girit Türklerinin iş bulmaları çok zor olmuştur.

Babasının Türkçe bilmeyen Rum bir doktorla ortaklık kurduğundan bahseder, Erol Bey. Elinde megafon doktorla beraber köy köy gezerler. Muayene sonrası  para yerine ne varsa; zeytinyağı, incir gibi mallar alıp, İzmir’de  paraya çevirip, paylaşırlarmış.

İbrahim Şinasi 1921 yılında   Hüseyin Avni Bey’in Yemişçi Çarşısı 854. sokak Cezayir han 52 numaradaki iş yerini devralır.  Zeytinyağı ve incir komisyonculuğu yapmaktadır. Aynı zamanda  dönemi Bornova Belediye Başkanı Fehmi Bey’le birlikte bir zeytinyağı fabrikası kurarlar.

İşte bu yıllarda aynı iş çevreleri içinde Hüsnü Bakioğlu ile tanışır ve kızı Güzide hanımla evlenir.

 

Giritliler yeni vatanlarında birbirlerinden çok uzakta, farklı şehirlerde olmalarına rağmen  yardımlaşmayı sürdürür daha da yakın olurlar. Sanki hepsi büyük bir akraba kopluluğudur. İş bulamayan aileler  bir hafta on gün bir ailede misafir olup,  sonra başka bir aileye geçerler.

Erol Bey ,tıpkı Yahudilerde olduğu gibi Giritlilerde de var olan çok eski bir gelenekten bahsetti,  “Cumartesi günleri Yahudilerin dükkânları kapalı ama kapıları aralıktır. İçeri girdiğinizde  masanın üzerinde isme yazılı zarflar durur,. Bir fakir Yahudi gelir size selam verir, alır zarfını gider. Bu usül hala da devam ediyordur. Bizim Giritlilerde de benzer şeyler olurdu. Gururu incitmeden yardım ederlerdi.”

 

Değiş tokuş ve öncesindeki göçler sırasında hızla boşaltılan evler, sonradan geri dönme umuduyla  telaşla gömülen altınlar, değerli eşyalar dönemin ilginç hikayelerine yol açar:

Büyükannesi İffet Hanım Girit’ten Rum arkadaşlarıyla mektuplaşır. Hatta ona zaman zaman bol resimli, magazinli mecmualar da gönderirler.

O mektupların birinde Bornova’da bir ağaç dibine gömülen bir teneke altından bahsedilir. Gidip baktıklarında sadece boş tenekeyi bulurlar. Yine büyükannenin Rum arkadaşlarından biri Kara Fatma Dağları’ndaki bir balıkçının evinin giriş basamağının altında gömülü olan servetini bulmalarını ister. Oraya da gidilir ama balıkçı onlara başka bir adres gösterir. Sonra da büyükbaba Hüsnü Bey  o balıkçıyı Birinci Kordon da baston çevirirken görür.

 

 

Ancak sanılanın aksine ailede “Giritli olmak” üzerine konuşulmaz.

“Büyük babam, babam ‘arkanıza dönüp bakmayın’ derdi,  kapanmış bir defterdi. Artık Atatürk önderliğinde yeni Türkiye vardı. Oradan devam ettik. Hatıralar acıtırdı. Hiç anlatmazlardı. Geçmişten birkaç fotoğraf dışında hiçbir şey kalmadı. “

Kimdi bu Giritliler, eskiden nasıl yaşarlardı, hep çok merak ettim. Cevapların çoğu  hemşehrim Prevelakis’in kitaplarındaydı:

 

“Türklerin çoğunun etraftaki köylerde malları vardı: Türklerin, Venediklilerden ele geçirdikleri, kavalarikia’lar (haralar), zeytinlikler, bahçeler, bağlar ve arıcılık yerleri, onların yaşamlarını şehirden uzakta geçirmeye mecbur ediyordu. Ama haremlerini Resmo’ya yerleştirmişlerdi. Bu yüzden her akşam, giriş kapıları kapatılmadan, şehre girmek zorundaydılar. Ertesi sabah yeniden çıkıp gidiyorlardı. Her biri kendi binek atını besliyordu. Her akşam cins, bakımlı kısraklarına kurulmuş olarak şehre girerlerdi. Bu atlılar, sağlam yapılı, biçimli, yağız çehreli, bıyıklı ama sakalsız, yaman, içine kapanık, kalplerine çivi çakılan tipten insanlardı. Elbiseleri Hristiyanlarınkinden farklı değildi. Yalnız daha temiz ve daha zariftiler. Müslümanlarla Hristiyanlar  feslerine bağladıkları mendillerden de ayrılırlardı. Kırmızı fes takmadıkları zaman Rumlar (eskiden beri esaretlerine tuttukları yastan) siyah, Türkler ise beyaz mendil bağlarlardı.”

 

“ Aslında bizimkiler de hatırladığım kadarıyla çok şık ve bakımlıydılar. Bir de büyük şehirlerde yaşamanın zorluğu başkaydı. Mesela bugün mübadelede bir çok kişi Ayvalık”a Cunda’ya yerleşmişlerdir. Oralarda eziyet çekmişlerdir ama büyük şehirdeki sıkıntıları çekmemişlerdir. Burada yaşıyorsun. Kravatını takacaksın, ceketini giyeceksin. Mesela büyük babam bana :“ Hiçbir röntgen makinesi yok ki senin karnındaki yemeği bilsin. Ama iyi kıyafet iyi tavsiye mektubudur”, derdi. İşe gitmese de sabahleyin erkenden kalkar tıraş olur, tertemiz giyinirdi.

Büyükannemin de öyle, üstü başı pırıl pırıldı, bakımlıydı. Gururluydular. Modern, Avrupai bir havaları vardı. Buradaki evlerin çoğunda piyano vardı. Girit’ten gelen kadınların çoğu bir müzik aleti; piyano, keman ya da akodeon çalardı. Kadınlar aryalar söylerdi. Böyle bir ortam vardı. Şık giyinirlerdi. Ancak belli bir yaşa geldiklerinde siyah giymeyi tercih ederlerdi. Hani bir kadın yaşlanıp 60 ını geçtiğinde çiçekli basmalar falan giymezdi.Elbisesinden, çorabına kadar siyah giyerdi. “

 

 

 

Ertuğrul Erol Ergir 1930 yılında  her şeyden habersiz Karşıyaka Yalısı’nda  mübadelede büyükbabası Hüsnü Bey’e verilen evde,  dünyaya gelir.

 

Yıllar önce Müslüman olan Hrisi (Aliye) Rumlarla kalmak istememiş, aileyle birlikte İzmir’e gelmiştir.. Erol’un bakımından o sorumludur Çocuk dadısı nedeniyle çok iyi Rumca konuşur ama  iki üç kelime dışında Türkçe bilmez. İlkokulda Türkçe konuşmak zorunda kalacağını anlayınca, “okula gitmeyeceğim”, diye tutturur.  Derken büyükbaba çarşıdan küfeli hamallardan birini getirir Erol’u içine koyar ve doğru okula götürür. Olaylı bir şekilde Karşıyaka Cumhuriyet İlkokuluna başlanmıştır. Türkçeyi öğrendikçe arkadaşları da çoğalır. Büyük bir bahçe içinde eski bir kiliseyle papaz evinden ve bir de küçük müştemilattan müteşekkil  okulunu ve öğretmenlerini çok sever.

İbrahim bey 1935 de Karşıyakada 1696 sokak 12 numaralı evi 800 liraya satın alarak büyükbabanın yalı evinden ayrılır. Erol Bey ve ablası iffet hanım ilkokulu bu evde bitirirler.. Aile 1939 yılında büyük bir sıkıntı içine düşer.

 

Erol bey, hayatlarını aniden değiştiren acı bir günü sanki henüz yaşanmış gibi aktardı: “Babama sefer tasıyla yemek götürürdüm.12 vapuruna binerdim. Yeni çarşıdan İzmir’e, Konak’a geçerdim. Bir gün gittiğimde babam yoktu. Şaşırdım o saatte işte değildi.  Parkta olduğunu, söylediler. Parka gittiğim de; babam bir bankta oturmuş ağlıyordu. “60 kuruşa incir aldık. 6 kuruşa sattık, battık biz” dedi. Babam bütün incirleri hazırlamıştı satmak için. Savaş çıkınca hudutlar kapandı, hepsi elinde kaldı. Hepsini tekele verdik alkol oldu, biz de iflas ettik. Evimizi satıp yine  Karşıyaka’da bir başka eve kiracı olduk. Varlık vergisi nedeniyle de

çok ağır bir tokat yedik, toparlanmak uzun sürdü.”

O yıllarda  ülke o kadar fakirleştirmiş ve ordu öylesine çaresizdir ki. İç çamaşırı, pijama diktirmek için  kumaş ve makara dağıtır. Kadınların çoğu  hatta ,Güzide hanım da çok uzaklardan, Giritten getirdiği makinesinin başında gece yarılarına kadar dikiş diker.

 

Çoğu Midilli ve Girit göçmenlerinin yaşadığı Cunda’da ise o yıllarda bir sigaranın ancak yarısını alabilecek durumdadır, fakir halk. Var olan tek bakkal dükkanında   biraz akide şekeri, kostik, ve birkaç çuval tuzdan başka mal yoktur. Cunda da Giritli köylüler eşeğe yan binmeleri nedeniyle Midillililerden ayrılır, hemen fark edilir.

 

İşte bu yıllarda, 1942’de Ertuğrul Erol Ergir Galatasaray Lisesi’ni kazanır. Önce Giritli, sonra Karşıyakalıyken şimdi de büyükbabası gibi Galatasaraylı olacaktır.

 

Annesi Güzide hanımla birlikte Ege Vapuruyla İstanbula gelirler. (Dönemin İsveç fahri baş konsolosu- Mersin) amcası Ali beyin şoförü tarafından karşılanıp,son model bir Buick arabanın arka koltuğunda oturup hayranlıkla bu büyük kenti seyreder; Erol Şehit muhtar caddesindeki Mete apartmanına yerleşirler. Burası yıllarca Robert Kolejli, Dame de Sion lu kuzenleriyle birlikte olacağı hafta sonu evi olacaktır…Mezun olduğu yıl Siyasal Bilgiler Fakültesine girip hariciyeci  olmayı hayal etmektedir. Ancak aile razı olmaz, İzmir’e  dönüp ticaret geleneğini sürdürmesini ister. Rumca, Fransızca çok az da olsa İngilizce bilmektedir.

Liseyi bitirdikten sonra yazları staj yaptığı, Osmanlı Bankası’na girer. Dil bilen Türk eleman yok denecek kadar azdır. Bir müddet sonra ayrılır ve İş Bankası’nın kambiyo servisini kurar. Elle tutulan hesaplarda çok titizdir. Ama yine de eskiden beri süregelen sistemi uygular. Hesapları kontrol ettikten sonra;  “hata ve unutma müstesna”  adlı mührü basar.

 

Sonra ticarete atılır. İncir, üzüm ihracatı yapmaya başlar.

Daha ilkokuldayken Yemiş Çarşısındaki yazıhanede muhasebeyi, kasa defterini tutmayı öğrenmiştir. Mal borsası onun heyecanla izlediği tüccarlık deneyimlerinden biridir.

 

 

“İzmir bir ticaret merkeziydi, Manisa, Aydın, Balıkesir; çevrede  ne üretilirse İzmir borsasına gelirdi. Her gün iş yapmak için bu mal borsasını takip etmek gerekliydi.  Tütün, palamut,  zeytinyağı, pamuk, incir her şey bu borsadan geçerdi. Herkes  12-1 arası oraya gelir, alışverişini teslimatını yapardı. Ege köylüleri toplanıp gelir, mallarını ilk çıkardıklarında davul zurna eşliğinde  büyük merasimler yapılır açık arttırma ile satılırdı. Çok eskiden şekillenmiş bir hukuk sistemi işlerdi.”

 

 

 

 

Erol bey  kendisi gibi  Giritli olan Bilge hanımla evlenir. İleride işlerinin başına geçecek olan Ayşe ve Hakan birbirinin peşi sıra dünyaya gelir.

Erol Bey ve eşi  İzmir’in en canlı, en güzel yıllarını yakalar. O zaman ki İzmir’i heyecanla şöyle aktarır:

 

“O yıllarda ki İzmir küçük, kozmopolit, temiz , modern bir şehirdir., Nüfusun çoğunluğu Türk’tür. Göze batacak kadar Fransız, İtalyan, İngiliz ve Hollandalı aile vardır.Levantenler ve Museviler şehri henüz bırakmamışlardır. Haymatlos’lara  sık rastlanır.

Varlıklı Türk aile sayısının o devirde çok olmadığını gözlemek kolaydır. Bu Türkler birinci Kordon’da Güzelyalı’da  ve Karyıyaka’nın Bostanlı sahilinde otururlar” Genelde dahili ticaret yaparak ve gayrimenkullerinin iratlarını toplayarak geçinirler”. Ticarethanelerı bugünkü Kızlarağası han civarında Halimağa çarşısı, Yemiş çarşısı ve çevresindedir. Bu bölge o devirde ekonominin, ticaretin kalbidir. Erol Bey bahçelerden, tarlalardan tüm emtiaların develerle kasabalara ve kasaba tren istasyonlarına taşındığını uzun süre izler. Her türlü zirai ürün trenle Alsancak, Kemer ve Basmahane garlarına gelir ve oradan iki atlı arabalarla çarşıya taşınır.

 

“Şehrin bu kısmındaki devamlı hareket görülmeye değerdi”, diye tıpkı bir rehber gibi anlatır,  Erol Bey. Eylül ayında yer yerinden oynardı. Hatta, ticaretle iştigal eden babam. ‘Eylülün bir günü diğer aylara bedeldir!’ sözünü ağzından düşürmezdi. Şerif Remzi Beyin Banka Hanı, Cezair Han, Uzun Han, Balyoz Han, Barut Han gibi civardaki tüm  hanlar, dükkanlar; incir, üzüm, tütün ve çeşitli zirai ürünlerle ağzına kadar dolardı. Buğday, arpa gibi mallar az ilerdeki Kestane pazarında; yaş meyve, sebze Kemeraltı’ndaki Kuyumcular çarşısına bitişik Arap Hanı ve diğer hanlarda pazarlanırdı. İhracatçıların depoları ve işletmeleri de hep bu çarşıdaydı. Bilhassa kuru incir ve üzümler ihracat için bu civarda işlenir, hazırlanır ve yine iki atlı arabalarla şileplere yüklenmek üzere eski limana bu çarşıdan gönderilirdi. Şimdi çoktan unuttuğumuz deri ve boya sanayisinde kullanılan  palamut Türkiye’nin can damarıydı. İhracatta  çok önemliydi.”

 

İncir, üzüm, palamut ihracatı yavaşlayınca  Ertuğrul Erol Ergir  ülkenin değişen koşullarına ayak uydurarak iplik fabrikası kurar, artık üretim yapmaktadır. Konfeksiyon ihracatına başlar, uzun yıllar bu işi sürdürür. Aynı zamanda  ileride kitaplarına zemin oluşturacak Girit tarihi ve Giritliler üzerine araştırmalarına başlar.

 

1980’li yıllarda Selçuk’da babasından kalan bir “incirlik”te küçük bir otel yapmaya karar verir.  Önceleri 10 oda olan Kale Han şimdi 60 odalı, uluslar arası mutfağın olduğu bir zamanlar Prenses Margaret’in, Kraliçe Elizabeth’in misafir edildiği ünlü bir yer haline gelir.

 

“Göçmenlerin, bırakıp gidecekleri ülkenin uyrukluğunu yitirecekleri ve varış ülkesinin topraklarına ayak bastıkları anda, bu ülkenin uyrukluğunu edinmiş sayılacakları”nı anlatır Lozan Mübadelesinin 7. maddesi.

Uygulamanın başladığı yıllardan itibaren ülkeler arasındaki gidiş geliş hiç

kolay olmamıştır. 1930’da Venizelos’un Türkiye’ye gelmesiyle ilişkiler yumuşamış, mübadiller bu kez de ekonomik zorlukları aşıp dostlarını görmeye gidememişlerdir. 6-7 Eylül ve Kıbrıs harekatı ile birlikte kapılar adeta kilitlenmiştir. 1995 lerden sonra sınırlar esnemiş iki taraf da birbirine gidip gelmeye başlamıştır.

 

.

Yüzlerce yıl önce Anadolu’dan çıkıp, Girit’i yurt yapan Erol beyin aile büyükleri ne gariptir ki  geride bıraktıkları  topraklara bir yabancı gibi dönmüş, hiçbiri doğduğu toprakları bir daha görmeden ölmüşlerdir.

 

Aile çok önceleri “elveda” demiş, adalarına. “O defter” i mühürleyip, bir daha dönmemek üzere arkalarına bakmamışlar. ”Maziyi Anlatmadan” yeni bir dünyanın kapısını aralamışlar.

O günlerden ,bugüne; neredeyse bir yüz yıl önceki geçmişi, Giritlileri  anlamaya çalışıyoruz. Onlarsa her gün biraz daha gün ışığına çıkan; tarihçeleri, anıları, yemekleri ve şarkılarıyla dünyamızı anlamlandırmayı, renklendirmeyi sürdürüyor.

 

İşte şimdi veda zamanı, Erol Bey….  

Yalo yalo yalo, psarakia kiniğo
Kiniğa ta ki esi, ağapi mu hrisi
Oli mu len arnisu to
Ke katiğorise to
Ke eğo leğ’ apo mesa mu*

*İzmir- Çeşme- Alaçatı’dan  geleneksel Rum aşk şarkısı.

(görüşmemizin sonunda kendisi bizlere hediye etti)

.

 

 

Kaynakça:

* Giritli Mustafa, Unutamadığım Karşıyakam ve İzmirim, Unutamadığım Galatasarayım ve İstanbulum adlı kitaplar, Ertuğrul Erol Ergir ( 1999, 2003)

 

*Türkiye ve Yunanistan arasında Gerçekleşen Zorunlu Nüfus mübadelesine Ekonomik Açıdan Bir Bakış, Mehmet Mihri Belli, (Yüksek Lisans Tezi, Missouri Üniversitesi,1940), Belge yayınları, 2006

 

*Hilal- i Ahmer Cemiyeti kayıtları

 

*Türkiye Teracimi Ahval Ansiklopedisi, Mehmet Zeki

 

*Lozan Mübadilleri Vakfı

 

*http://www.benimgiritlilimonagacim.com

İhsan Özbek

.

 

Sizi merak ediyoruz,  nasıl ve nereden başlayacağımı da bilemedim.

Evet aslında, nasıl birisi olduğum merak ediliyor. Gazetelerde benden söz ederlerken şöyle yazarlar: Eskiden solcu, sonra tiyatrocu, en son  papaz olan biri. Sanki bunlar suçmuş ya da çok çelişiyormuş gibi. Aslında hiç çelişmiyor. Hayatın içinde biriken şeyler.

O halde, önce sol görüşlerden etkilenmenizden bahsedelim

Radikal solculuğum ilk gençliğime denk gelir.Küçüklüğümden beri haksızlıklara karşı tepki duyan birisiyim. Önce kendimin, sonra çevremdekilerin mutlu olmasını istedim.. Onların yollarından biriydi, solculuk. Bir de özendiğim abilerimiz vardı, okulda. Şişli Lisesinde solcu kimliğimi fark ettim.  15-17 yaş arasında en hızlı dönemimi yaşadım. Lisede çok okul değiştirdim; 3 senede 4 okulda okudum.. Bir noktasında da, 78’de sıkıyönetimin uygun gördüğü bir okulda okumak zorunda kaldım. Bir süre Urfa Lisesi’nde okudum , 15 yaşındaydım.

Tiyatroya lisede mi başladınız?

Geç başladım. ODTÜ’de. 80 yılında kimya fakültesine girdim . 82 yılında Hıristiyan oldum. Bir sürü şey oldu hayatımda. 85 yılında arkadaşlarımla ODTÜ Öğrenci Derneği Oyuncularını kurdum. Oyunculuğa ilk orada başladım. 82-95 arası tiyatroyla ilişkim devam etti. Metropol Tiyatro adında yarı amatör bir toplulukla çalışmaya başladım. 85 yılında artık profesyoneldim. Peter Weiss’in “Marat” adlı oyununda baş rol oynadım. Ankara Çağdaş Sahne’de, Ankara Sahnesinde de oyunculuk yaptım. Sonra kendim tiyatro kurdum. “Sahne”. 12 arkadaşımla birlikte oluşturduk; deneysel tiyatro yapıyorduk. “Çevresel Tiyatro” türünde oyunlar deniyorduk. Kurduğumuz tiyatronun  öncü bir tarafı vardı, yeniliklere açıktık. Neredeyse bütün zamanlarımız birlikte geçiyordu. Beraber düşünüyor, birlikte gelişiyor, karar verip, uyguluyorduk Alt kat tiyatro, üstteki iki kat  kafeydi. Kendimizi kafeyle finanse edebiliriz, diye düşündük. Ama olmadı, parasal sorunların altında ezildik.

Şimdi o yıllara dönseniz, başka ne yapmak isterdiniz?

Yine aynı şeyleri yapmak isterdim. Yine oyuncu olurdum. Yücel Çelikler’le (oynadığım bazı oyunları yönetmişti) hala tiyatro yapmanın hayallerini kurarız. Yönetmenlik de yaptım ama asıl işim oyunculuktu. Ankara Çankaya Halk Evinde Brecht’in III.Reich’ını yönettim.

O dönemde hiç çalıştınız mı?

ODTÜ’deyken TRT için çevirmenlik yapmaya başladım. Önce çizgi filmler, sonra da A Takımı, Santa Barbara dizileri. Birçoğunu eşim Çiğdem Özbek’le beraber çevirdik. TRT’de dublaj da yaptım.

Ama asıl parayı tiyatrodan kazandım Esas işim oyunculuktu.  Gerçekten profesyonel anlamda çalışan bir oyuncuydum. Çok meşhur olmadım. İçe dönük bir karakterim var. Kalabalıklardan hoşlanan biri değilim.

Bu da ilginç ?  Sanki çelişiyor gibi. Oyunculuk kalabalık gerektirir. (gülüyor)

Şu anda da kalabalıklarlayım. Ama daha çok bire bir ilişki kurabilen biriyim. Sahnede kalabalıkların önündesiniz. Kendinizi ya da bir başka rolü açıklıyorsunuz. Ya da fikirleri açıklıyorsunuz. Ama siz açıklıyorsunuz. İstediğiniz kadar açıklıyorsunuz. Çok fazla iç içe geçmiyorsunuz kalabalıklarla.

Bütün bu anlattıklarınızdan sonra biraz kurcalayarak gidelim. Babanızdan bahsedelim. Siz Çerkezsiniz sanırım?

Evet. Bildiğim kadarıyla dedemin babası buraya gelmiş; İslam Bey. Duvarda tablosu var. (Yağlı boya-kim yaptı bilinmiyor) Atalarım 19. yüz yıldaki büyük göçlerin sonuna doğru Trakyada bir yere geliyorlar. Çok kısa kalıyorlar. Sonra Balıkesir Gönen’de kurulan bir köye yerleşiyorlar. Anne tarafım da yine göç dolayısıyla Kayseri’ye Pınarbaşı’na geliyorlar. Baba tarafım çok ender bulunan bir koldan Ubıh. O köyde Ubıhlar yaşıyordu. Annem Kabartay. Kendi dillerinden vazgeçmiş bir halk Ubıhlar. Abhazlar içinde var olmuşlar. Bizimkiler o köyde de çok kalmamışlar. Askerlikle çok ilişkileri olmuş. Ailemizin Çerkezce adı İmam. Dedemin babasından İmam İslam diye bahsedilirmiş. Dedem ve onun kardeşi İhsan Bey asker olmuşlar. Babamın amcası İhsan Bey Balkan Savaşında ölmüş. Benim adım oradan geliyor.Ailede doğan ilk erkek çocuk olduğum için, onun ismini almışım. Dedem Mehmet Bey ise Harp Akademisi’ndeyken savaş dolayısıyla okuyamamış, erken mezun etmişler. Hayatı, gençlik zamanları hep cepheden cepheye gitmekle geçmiş. 1960’da Albay olarak emekli oldu.

60 İhtilalinden hemen sonra mı oldu. Hangi taraftaydı?

O 60’ın hem  dışında, hem de  içinde yer aldı.( gülüyor) Politik nedenlerle emekli oldu. Doğrudan 60 ihtilalini desteklememiş. Ama olaylardan haberdar. Hatta babam o toplantılardan bazılarının İstanbul’da, bizim evde yapıldığını, anlatırdı.Dedem çok fazla içinde yer almak istememiş. Sonra da ilişkilere tepki olarak emekliye ayrılmış. Dedem çok savaşmış. Bedeninde 2 mermiyle öldü. Biri ayağında, diğeri kafatasındaydı. Ömrü boyunca onları taşıdı.

Çerkezlik sizin için önemli mi?

Evet, ben safkan Çerkezim. Kimlik özelliklerimden birini Çerkez olarak tarif etmişimdir. Çerkezlerin çektiği sıkıntıya da tepki duydum. Onun için de Sovyet yanlısı bir siyaset içinde yer almadım. Sol görüşlere inandım ama Sovyetler Birliği’ne değil.

Annenizden devam edelim..

Annem, Sine Hanım annesini ve babasını tanımıyor. Babası annesi hamileyken vefat etmiş. Annesi de annem çok küçükken ölmüş. Kayseri’de çiftçi bir aile. Büyük ağabeyi tarafından büyütülmüş. O zaman sıkça yapılan düğünlerden birinde babamla tanışmışlar. Sonra da evlenmişler. Annem çok genç ve güzel bir hanım. Babam da orta yaşlarda. Aralarında 15-16 yaş fark vardı sanırım. Babam bankalarda çalıştı. Daha sonra banka müdürlüğünden ayrıldı. Ticarete atılmak istedi, ama o işlerin peşinde pek koşamadı. Yine devlet memuru oldu. Sonra da İstanbul’dan Çanakkale’ye taşındı. Annem ve babam biz çok küçükken 70’lerde ayrıldılar. Kardeşlerim Setenay ve İlhan’la aynı evin içinde uzun süre yaşamadık. Yine de bağlıydık birbirimize, İlhan’ı maalesef 2 yıl önce kaybettik.

Çerkezlerde bir kategorizasyon var herhalde? Mesela soyluluk.

Üç sınıf var. Biri soylu sınıf diğeri köle. Üçüncüsü halk. Soylular kendilerinin soylu olduğunu söylerler. Berbat bir feodal durum. Ama ben de soyluyum. İki taraf da soylu. 20 yıl öncesine kadar soylu olmak çok önemliydi. Soylulardan biri salona girdiğinde, mesela ben girdiğimde benden yaşlı insanların ayağa kalktığını hatırlıyorum.

Kafkasya’ya gittiniz mi?

Babamın geldiği taraf Abhazya’da Gürcistan sınırları içerisinde. Anne tarafı Rusya sınırları içerisinde. Ama kendimi daha çok Ubıh olarak hissediyorum. Dünyanın pek çok yerini gördüm ama oraya gitmedim. Büyük kızımla hayalimiz bu.

Hepimizin anılarında yer kaplayan mekânlar vardır, biraz sizin mekânlarınızı öğrenelim

Hayatımda bazı mekanlar önemli olmuştur. Mesela Heybeli Ada. Yazları giderdik. Akrabalarımızla ortak paylaşılan bir ev vardı. Orayı hala çok severim. Bir yandan Adalı hissederim kendimi. Yine hayatımdaki ikinci önemli evim Kuzguncuk’la Bağlarbaşı arasında korunun hemen yanındaydı. Arkadaşlarımla paylaştığım ;özgürlüğümün eviydi. Sonra da ODTÜ yurtlarında kaldım. Evlenmeden önce Ankara’da babamla yaşadığım bir ev vardı. İlginç bir deneyimdi. Babamla birlikte olmayı, onunla yaşamayı yıllar sonra tekrar öğrendim. Birbirimizin hayatlarının içindeydik. Hayatının son zamanlarını beraber geçirdik.

Okuma  alışkanlığınız da babanızdan gelen bir özellik olmalı,

Evet. Aslında babam çok okurdu. Özenirdim babama. Babamın iyi bir kitaplığı vardı. Kitaplığın büyük bölümünü de benim okuyabileceğim Varlık Yayınlarının o küçük kitapları oluşturuyordu. Çağdaş edebiyat dizisi. Bende büyük bir okuma zevki yarattı. Okuduğum şeyler kendi kendime yeten biri olmama kapı açtı. Sosyal konularla ilgili olmama yol açtı. Her şeyi okudum. Halâ her şeyi okurum.İlginçtir, ilk satın aldığım kitap, ki hala durur, Varlık Yayınlarından “Aslan Asker Şvayk”.

11-12 yaşındaydım. Sonra bir kere daha okumak zorunda kaldım. Tiyatro oyunları için. Seçici bir çocuktum. Şimdi benim büyük kızım öyle. O da çok okuyor. 13 yaşında, büyük insanların okuduğu kitapları okuyor. Mesela Ahmet Ümit’leri bitirdi. Bir başka kitap daha var o dönem satın aldığım. Muhammet Ali’nin kitabını almıştım. İnsanları merak ederim ve yaşamlarla ilgilenirim. Hala öyle.

Babanız hangi yılda doğmuş?Cumhuriyet’in kuruluş döneminin bankacılarından olmalı..

Evet, Cumhuriyet hem dedemin hem babamın hayatıydı.Babam 1927 doğumlu, Cumhuriyet çocuğu. Başlarda da söylediğim gibi çok okurdu.Gerçekten çok özenirdim, babama. Ailede onunla en çok vakit geçiren çocuk bendim. Hep hayatımın içindeydi, ama oldukça ölçülüydük. Babama hep “siz”, diye hitap etmişimdir. Aynı evde yaşarken bile hiç  bacak bacak üstüne attığımı hatırlamıyorum

Aslında onunla hiç bir zaman siyasi fikirlerimiz örtüşmedi. Babam  çok katı sağcı olmamakla beraber, sağ görüşlüydü. İki gazete gelirdi, evimize; Milliyet ve Tercüman..

Peki, sizin üzerinize çok hayal kurmuş muydu?

Evet, mutlaka. Ancak  fikirlerimde tamamen özgürdüm. Farklı görüşlere sahiptik ama saygı duyardı bana.

Hıristiyan olduğunuzu söylediğinizde kaç yaşındaydınız, tepkisi nasıl oldu?

18-19 yaşlarındaydım Babam üzerinde  fazla durmadı, çok konuşmadık. Ama arkadaşlarımla konuştuğunu biliyorum. Belki de onun tabu saydığı noktalara girdim. Aslında, annemden de babamdan da tepki almadım

Sanırım ilk kazandığınız para oyunculuktan..

Yok, hayır çok erken yaşta çalışmaya başladım.  12 yaşındaydım ve yazları küçük bir atölyede çalışıyordum. Çeliktepe’de bir aile şirketiydi. Kuşları vurmak için kullanılan sapanların lastiklerini yaparlardı. Kazandığım paranın bir kısmını anneme veriyordum. Bir kısmıyla da…..

Ne yapıyordunuz? Sinemaya mı gidiyordunuz? (gülüyorum)

(O da gülerek) Yok sigara alıyordum. Otomobil lastiklerini giyotinle kesiyorlardı. Ben de o lastikleri ayıklıyordum, seçiyordum. Sabahtan akşama kadar ellerimle çalışıyordum. İşten döndüğümde annemin nasır tutmuş ellerime sevgiyle baktığını hatırlıyorum. Lise hariç hep çalıştım. Bazen sanayide, konfeksiyonda bazen de ofiste telefonlar baktım. Hiç serseri olmadım. O “soylu aile” çocuğu olarak yetiştirildim. Ama sokaklarla bağım hiç kesilmedi.Futbol oynardım. Kavga ederdim. O zamandan beri Galatasaraylıyım.

Evet. Geldiğimde ilk dikkatimi çeken terlikleriniz oldu.(GS terlikleri) Maçlara gidiyor musunuz?

Fırsat olduğunda evet. Ama şampiyon olduğumuzda mutlaka kızlarımla birlikte bayraklar ve atkılarımızla Tunalı’ya iniyoruz.

Tercih sürecinizden devam edelim.

Bu tercihte sempatizan gibi değil de ilk başta bir Tanrı’nın varlığına inandım. Sonra Tanrı’nın kim olduğunu öğrenmeye çalıştım. Değişik dinleri okumaya başladım. Ankara’daydım. İran İslam Devrimi olmuştu. Bir sürü kitap vardı. Onları okudum. Kur’an okudum. Sonra bir kitap fuarında Yahudilerin kitabını okuyayım diye, Kitap-ı Mukaddes’i aldım. ODTÜ’de New Age gruplara katıldım. Yine aynı kitap fuarına gittim.İncil aldım, okudum, beğendim. Birkaç ay sonra yeniden okuma ihtiyacı hissettim  Karar verdim ve İncil’e inandım. Maneviyatımla da inandım.

Yani, daha önce hiçbir Hıristiyanla karşılaşmadan İncil’i mi okudunuz?

Evet, kendime Hıristiyan dediğim zaman daha önce hiç bir Hıristiyanla karşılaşmamıştım. O zaman Ankara’da bu tür faaliyetlere açık olan Türkleri kabul eden kilise de yoktu. Hristiyanlık hakkında sorularım çoktu. Katolik kiliselerine gittim. Papazlarla konuştum. Tatmin olmadım. İstanbul’da bir şirket vardı. Kitapların basıldığı şirket. Orada çalışan biri vardı. Onunla mektuplaşmaya başladık. Sonra İstanbul’daki Protestan kiliseye gitmeye başladım. (Ankara-İstanbul o zaman 8 saat) Gelenler çoğunlukla Doğulu Süryanilerdi. Oldukça muhafazakârdılar. Onlardan çok farklıydım.Uzun saçlarım ve sakalımla, merak konusuydum. Onlar için de benim için de özel bir deneyim oldu. 90 Temmuz’unda Ankara’daki kiliseden haberim oldu. Çok küçük bir gruptuk. 15-20 kişi kadar. 1992’de bu gurubun ”Hizmet Edenlerinden” biri oldum.

Bunu biraz açıklayalım?

“Hizmet edenler” kilisedeki her şeyi yaparlar. Vaaz da verirler, ilahi de söylerler. Temizlik de yaparlar. Bu 6-7 kişiden biri oldum. Gündelik işlerin yürümesiyle ilgileniyordum.Aslında,verilen bu görev Hıristiyan olarak yaşamaya karar verdiğimizin bir ifadesidir. 92’de Çiğdem hanımla evlendim. Şanslılardan biriyim. Çünkü Türkiye’deki Hıristiyanların en büyük sıkıntılarından biri evlenememek. Protestanların kendilerine uygun eş bulabilmeleri zor oluyor.

Çiğdem Hanım da Protestan mıydı?

Evet. O da kendi inisiyatifiyle, kararıyla sonradan Protestanlığı seçmiştir. Çeviri yaparken bana yardım ediyordu. Sonra arkadaşlığımız flörte dönüştü. sonra da evlendik. Ege Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’ndandır. Çiğdem de üniversiteyi bitirmedi, halâ iki dersi var.

Bu arada kilise hayatınızda bir değişiklik oldu mu?

Hem de  çok büyük bir değişiklik oldu. 92’den sonra Ankara’da ilahiyat üzerine ders almaya başladım.  Çok şanslıydım; hocamız dünya çapında ünlü ve yetenekli  bir teologdu. Kariyer yapmaktan vazgeçmiş ve Türkiye’ye gelmiş. Ondan çok şey öğrenme fırsatını elde ettim. Daha çok “ilahiyata uygun düşünce tarzı nedir, nasıl analiz edilir” konularında çalışıyorduk. Temel, basit teoloji okuduk. Şu an artık birçok konuda onunla aynı fikirde değilim. Ama yöntem bilgimi ona borçluyum.

Sonra…

95 yılında kilisede “Önderler”den biri oldum. Aynı zamanda 95 yılına kadar tiyatro yapmaya devam ettim. Hatta sonra da oyunculuğu sürdürdüm. Kilisemizden geldiler ve izlediler. Politik bir oyundu.  Beraber tiyatro yapmaya başladığım arkadaşlarımla ilişkim hiç bir zaman kopmadı.  Sonra da “Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği Başkanı” oldum. 32 yaşındaydım. Toplantıda teklif ettiklerinde; arabayla dönerken eski başkana “Başkan oldum ama şimdi ne yapacağım”,diye sorduğumu hatırlıyorum.(gülüyor)

Ne kadar hızlı bir süreç işlemeye başlamış, devam edelim..

10 yıl başkanlıkla geçti ama 2 yıl boşluk var bu arada. 2005’de genel başkan gibi sembolik bir rol verdiler, bana. Bir tür taltif ve onurlandırma.  Daha ziyade temsil yetkisi olan ama imza yetkisi olmayan bir Cumhurbaşkanı gibi düşünebilirsiniz. Bürokratlarla, bakanlarla, devlet görevlileri ve elçilerle iletişimi sürdürüyordum. Avrupa Birliği sürecinde temsil konumunu sürdürdüm. 2 yıl da bu görev sürdü. Hayat başka şekilde gelişiyordu. Şu anda “Türkiye Protestanlar Birliği”nde görevim yok. Üyeyim. Gerektiğinde onları temsil ediyorum. Burada kendi kilisemin; “Kurtuluş Kiliseleri”nin “Önder”iyim.

Dünyada bağlı olduğunuz bir merkez var mı?

“International Church of the Foursquare Gospel” adlı dünya çapında bir kilise grubuna bağlıyız. 135 ülkedeki 6 milyon kişilik cemaatin kiliseleri de  ona bağlı. 1920’lerde Los Angeles’da kurulmuş. 2005 yılında bu uluslararası kilisede Orta Asya, Orta Afrika, Kuzey Asya sorumlusu oldum. 2006’da Pastör olarak seçildim. 2007’de en üst 5 yöneticiden biri oldum.

Peki, ilk teoloji derslerinden sonra eğitiminiz sürdü mü?

Tabii ki,Amerika’da  Whitefield Theological Semary’de, ilahiyat diploması veren bir üniversiteden mezun oldum. Burası bir reform okuludur, yani öğretileri benim kilisemden farklıdır. 4 sene, bizzat orada yaşayarak değil de  buradan eğitimimi sürdürdüğüm için,  Türkiye’de bizim diplomalarımızı kabul etmezler. Diplomam Amerika’nın bütün eyaletlerinde geçerli. YÖK tarafından kabul edilmiyorum ama, Almanya’da geçerli eğitimi alan insanların diplomalarını onaylıyorum. Bir Alman ilahiyat Okulu’nun; Martin Bucer Seminar’ın Almanya dışı eğitiminden sorumlu dekanıyım. Şu anda Hıristiyanların da ilahiyat fakültelerinde yer almasının tartışmaları sürüyor. YÖK kabul ederse bizim ilahiyat okullarında da ders verebilirim. Hala eğitimime devam ediyorum.Whitefield’de Apogelitics’de master yapıyorum, Tezimin konusu “İnanç Savunması”.

Başta anlatmaya başladığım bir anıya geri dönmek istiyorum. Genellikle erkeklerin tercih etmeyeceği pembe renkli bir takım elbisem vardı.  Çingene pembesi değildi. Çok severek almıştım. Üsküdar Cumhuriyet Lisesi’ndeyim , okul yeni başlamıştı. İlk teneffüste koridorda sol grupla sağ grup arasında tartışma, bir çeşit çatışma başladı. Doğal olarak  sol görüşlülere katıldım. Pembe takım elbisemle safımı aldım.  Hiç kimseyi tanımıyordum. Hangi fraksiyondan olduklarını bile bilmiyordum. Sonra da  olaylar yatışınca sınıfıma girdim.  Bu bir dayanışma içgüdüsü. Aslında şu an için de bir ipucu.  Aramızdaki görüş ayrılıklarına rağmen, birlikte olduğum insanlar için dayanışma ruhunu hep taşırım. Onların savunmalarına  destek olurum.Ama aynı zamanda dışarıda durup içinde bulunduğumuz etkinliğe de, bakarım.

Günümüzdeki Protestan hayattaki etkinlik için de geçerli, bu. Protestanlarda da büyük teolojik farklılıklar var ama  ülkemde bunları önemsemeden; birleştirici, dayanışmacı  bir rolde duruyorum. O yüzden de 10 yıldır kilise cemaatinin ayrı bir gurubunun temsilcisi olmama rağmen bütün Protestanları birleştirici bir konumdayım. Aynı şeyi Katolik ve Ortodokslar için de yapmaya gayret ediyorum. Onlarla da atılmış köprüleri yeniden inşa etmek için  bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama pembe takımım hep var. O benim adeta  dışarıdan bakışım.

Uluslararası kilisede de görevleriniz var mı?

“Önder”lerinden biri olduğum, “Foursquare”ın, 6 milyonluk cemaati temsil eden bu grubun yeniden organize edilmesinde rol oynayan kişilerden biriyim. Eskiden merkez olan ABD’nin, Batı Avrupa’nın yerini alacak olan 3. Dünya ülkelerinin merkez haline gelmesi sürecindeki liderlerden  biriyim.

Sanırım, AB sürecinde de cemaati temsil ettiniz..

AB sürecinde başlarda doğal olarak cemaatin sıkıntılarını ifade eden konumdaydım. Sonraları diğer insan hakları temsilcileriyle karşılaştıkça genel olarak ülkedeki insan hakları sıkıntısını ifade eden bir konumda oldum. Uluslararası Af Örgütü üyesiyim. IHOP “İnsan Hakları Ortak Platformu”nu oluşturan bütün örgütlerin temsilcileriyle görüşüyoruz. Grup olarak sivil toplumun bir parçasıyız. Dernekler yasasının değişmesinde bizim de katkımız oldu. Sadece dini örgütler açısından değil. Dernekler yasası çok anti demokratik bir yasaydı. AB sürecinde değişmesi gündeme geldiğinde biz de kendi fikirlerimizi söyledik, tartıştık. Devlet temsilcileri tartışmaya çok açık oldular. O zamandan beri Hıristiyanlar bir dernek altında örgütlenebiliyorlar. 2005 yılından beri bizim bir derneğimiz var. Kurtuluş Kiliseleri Derneği. Artık tüzel bir kişiliğimiz var.

Geçmişteki sol eğilimli görüşlerin şu an durduğunuz yere etkisi oldu mu? 

Bilemem ama benim cezaevi deneyimim, 80 öncesi yaşadığım işkence deneyimim şimdiki kimliğimin oluşmasında ciddi bir rol oynadı. Korkan, kolay yılan biri değilim. Solcu olmamdaki motivasyonum haksızlıklara karşı çıkmaktı, insanların mutlu olmasını içeriyordu. Hıristiyan bir birey olarak da şu anda aynı konumda duruyorum.Benim inandığım kitabın mesajı ,bu.Genel çizginin dışındaki insanlarla her zaman, hayatımın her döneminde ilgilendim. 80’den sonra cunta liderinin TV’ye çıkıp Türkiye’deki etnik gruplara ilişkin söylediklerine, onların varlıklarını reddeden kafatasçı tutumuna bakıp, “bunun doğrusu nedir”, diye araştırma ihtiyacı duyuyordum. Şimdi de inanç konusunda pek çok sıkıntı var. Protestanların da, Bahailerin de, Sünnilerin de , Alevilerin de.. Ve Ateistlerin de sıkıntıları var. Hepsinin, kendisini özgürce ifade edebildiği bir dünya istiyorum. “Ben en iyiyim, diğerleri sussun” şeklindeki tavrın karşısında durmaya gayret ediyorum. 11 Eylül’den sonra Batı Avrupa’da Müslümanlara yönelik ciddi bir din özgürlüğü sorunu gündeme geldi. Bunu da batılı muhataplarımla, kimi zaman batılı devlet görevlileriyle de tartıştım. Müslümanların sıkıntısı benim de sıkıntımdır

Çocukların nüfus cüzdanlarında “din hanesi” boş, sanırım.

Evet. Biz insanların doğuştan dinsel bir kimliğe sahip olmadıklarına inanıyoruz. Kızlarımız doğduğunda onların Hıristiyan olarak doğmadığını, onların özgür bireyler olacağını ifade etmiştik. Bunu hem çevremizdeki insanlara hem de ailelerimize söyledik. Fakat; geçenlerde, kızlarımız için Nüfus Müdürlüğü’nden “Vukuatlı Nüfus Örneği “istedik. Onlar “din hanesi”ne Hıristiyan yazmışlar. (gülüyor) Devlet kendi kendine dolduruvermiş.

Sizi çok mutlu eden “oyuncu”luk, şimdilerde yok . Peki, başka bir şey var mı?

Tiyatrodan sonra sanatla uzun yıllar ilgim olmadı. 4 yıl önce kızlarımın gittiği müzik dershanesinde çok önemli şan hocalarını tanıma fırsatım oldu. Zaman zaman gittiğimde onları dinliyordum. Bir gün ben de söyleyebilir miyim diye cesaret ettim. Sesimi dinlediler. Ve derslere başladım. İlk başladığım hocam Türkiye’nin en önemli isimlerinden. Şu andaki de dünyada operacı olarak, şancı olarak kariyeri olan biri. Sesim bas bariton. Sesime daha uygun olduğu için onunla çalışıyorum. Şarkı söylemeyi çok seviyorum.

Ne tür şarkılar..

Genellikle çeşitli dillerde, romantik şarkılar söylüyorum. 15-16. yüzyılın aşk şarkıları. Şimdi kendime çağdaş eserleri de içeren, yeni bir repertuvar hazırlıyorum.

Kilise korosunda mı söylüyorsunuz?

Kilise koromuz yok. Yalnızca arkadaşlar arasında söylüyorum.Tabii ki bir müzik, tapınma grubumuz var. İbadeti yönlendirirken söylüyorum. Başlarda opera ağzıyla söylüyordum. Ama cemaate uygun bir şekilde söylemek gerekliği için onlara uymaya çalışıyorum. Yine de benim söylediğim fark ediliyormuş.(gülüyor)

Tercihiniz hep klasik mi?

Yok, her şeyi dinlerim. Dönem dönem değişir. Bugünlerde Türk Halk Müziği dinliyorum. Mesela Sabahat Akkiraz’ı çok severim. İlkay Akkaya’yı, Kardeş Türküler’i seviyorum. Çok sesli oldukları için tercih ediyorum, onları.  Eski zamanların anısına Rahmi Saltuk ve Sadık Gürbüz’ de var, ama artık çok seyrek..

 

 

Gökyüzünün Muhteşem Figürleri; Turnalar

 

Gökyüzünün muhteşem figürleri Turnalar renkleri, tüyleri, danslarıyla Anadolu’nun binlerce yıldır misafirleridir. Şiirlere, türkülere ilham veren bu çok güzel kuşlar geleneklerimizle adeta içselleşmiştir.

Çok eski çağlardan bu yana insanlığın pagan inanç dönemlerinden beri hayvanlar, en güçlü kültür dinamiklerinden birisi olagelmişlerdir. Hayata dair pek çok bilgiyi onlarla birlikte öğrenen insan için, totem çağında bir nevi ongunlar kültü olan hayvanlar âlemi, semâvî dinlerin yaşandığı asırlarda da önemini kaybetmemiş; kutsanan ve idealize edilen türlerinin yanı sıra kötü, çirkin, korkunç, ilginç vb. her çeşit kavramın karşılığı birer motif olarak düşünce ve inanç dünyasında varolmuşlardır.

Sekiz bini aşkın farklı türü barındıran kuşlar dünyasının, sıra dışı özelliklere sahip olan, Anadolu’da bulunan ve bilinen bazı üyeleri, diğer hemcinslerine nazaran Türk kültür atlasında daha fazla önemsenmiştir Turna da ardında barındırdığı mitolojik, mistik, fizyolojik ve tarihî-folklorik çağrışımlarla en önemlilerinden biridir.

Turna; uzun boylu, uzun bacaklı, uzun boyunlu; yalnızca ekolojik dengesi korunabilmiş doğal sulak alanlarda yaşayabilen göçmen bir kuştur. Latince “Grus” adı verilen bu kuşun birçok çeşidi olup Avrasya kıtasını kat ederek Japonya’dan Türkiye’ye uzanan geniş bozkırlarda yaşayan türüne ise“Grus Grus” denir.

Uzun bacaklı, zarif boyunlu, parlak, duru güzel gözlü bir su kuşudur. Turnanın başının arka tarafında geriye doğru sarkan bir zülfü vardır. Kafaları siyah, gözlerinden enseye doğru beyaz bir çizgi ve zor fark edilen kırmızı tepesi vardır. Tepesi, kanatlarının ucu, boynunun bir bölümü kara renktedir. Kanatlarında göz alıcı, mâvi, kırmızı ve yeşil tüyler vardır. Gagaları kalın ve düzdür. Sesleri gür, çığlıksı ve trompet tonundadır.

Turnanın boyu 115 cm, kanat açıklığı 233 cm’dir. Büyük sürüler halinde gezerler. Batı Avrupa’da 60-70 bin, Doğu Avrupa’da 60 bin, Rusya’da 35 bin, Türkiye’de 500, bütün dünyada toplam 200-220 bin civarındadır.

 

Ağır kanat vuruşları ile sürüler halinde “V” oluşturarak uçarlar. Birbiri arkasına hafif sola, sağa dizilirler. En öndeki havayı yarar ve diğerleri arkasında süzülür. Havayı yarma görevini kanat çırparak yapar. Öndeki yorulunca zaman zaman arkadan gelenle değiştirirler. Uçuş esnasında öterler. Uçarlarken baş ve bacaklarını gererler.Efsanevi bir görüntü oluştururlar.

Eşler birbirine bağlıdır. Biri kaybolduğunda feryat figan ötüşleri başlar. Acıklıdır. Eşleşme dönemlerinde eşler birbirlerine muhteşem gösteriler yaparlar. İki yumurta yumurtlarlar. Bu yumurtalar mâvimsi, çilli, karışık renktedir. Eşler, kuluçka zamanı yuvayı nöbetleşe beklerler ve yuvaya yaklaşan yabancıya saldırırlar. Muhteşem çiftleşme dansları, tanık olanlarda hayranlık uyandırmış ve Japonya, Kore, Çin, Sibirya, Türkiye dahil birçok yerde yerel turna danslarına ilham vermiştir.”

Tek tük ağaçlık sulak yerler, bataklıklar etrafındaki ekili tarlalar ve çayırlarda yaşarlar. Hububat taneleri ve böceklerle beslenirler. Halk türkülerinde en fazla adı geçen turna Anadolu’nun hemen hemen her yerinde görülür. Turnalar ilkbaharda Nisan 15’ten Mayıs 10’a kadar gelirler, toplu halde yaşarlar ve sonbaharda Kuzey Afrika’ya göç ederler. 1000 metre üzerinden uçarlar. Urfa ve Doğu Anadolu yaylalarında kalıcıları da vardır. Van Gölü, Tuz Gölü civarında bulunurlar. Dünyadaki 15 tür turnadan ikisi; turna ve telli turna Türkiye’de düzenli olarak görülür.

“Tek ayak üzerinde uyudukları ancak diğer pençelerinde bir taş tuttukları ve herhangi bir tehlikeyi sezdiklerinde taşı düşürerek sürüyü uyandırdıklarına inanıldığı için “tehlikelere karşı uyanık ve tetikte olmayı”; az sayıda yavru doğurup uzun yaşadıkları için “uzun hayatı” hatta “ölümsüzlüğü”, hayat boyu tek eşle yaşadıkları için “mutlak sadakatı” temsil etmişlerdir. Güçlü kanatları sayesinde ölenleri gökyüzüne, yaşayanları daha üst varoluş katmanlarına taşıyabildiklerine inanılmış ve zehirli yılanları avladıkları bilindiği için yılanla mücadelesi sanata konu edilmiştir. “

Anadolu’da turnaların uğur, bereket,mutluluk ve refah getirdiğine inanılır.Onlar saflığın, temizliğin,dürüstlüğün, vefanın, sadakatın, sabrın, sevginin, onurun, özgürlüğün sembolüdür.Bu nedenle insanlar genelde onlara ilişmez, yuvalarını bozmaz ve de kanını dökmez.Anadolu’da turna avlandığı taktirde avcısına felaketler getireceğinin inancı yaygındır ya da turnaların konduğu tarlaya bereket getirdiğine inanılır. Turnalar, çiftler halinde yaşarlar ve tek eşli bir hayat sürerler. Yüz yıla kadar yaşadıkları söylenen turnalar eğer eşleri ölürse bir daha asla eşleşmezler. Turnalar, sevgide bağlılık, dostlukta sebat ve sadâkat mânasına târif edebileceğimiz vefanın en güzel örneklerini teşkil ve temsil ederler.

Güzellikleriyle binlerce yıldır baş tacı edilmiş turnayı Anadolu insanı inancında, şiirinde, türküsünde, giyiminde, kuşamında, halısında, kiliminde, oyasında, eşiğinde, beşiğinde motif olarak kullanmıştır.
Uğur getirmesi için gelinlerin başına turna teli (tüyü) takılır. Kızların güzelliği “turna” ile ifade edilir.

“Düzenli katarlar halinde yüksekten uçarak göçen bu güzel kuşlar kıta boyunca geçtikleri her bölgede insanlar tarafından kutsal kabul edilmiştir. Orta Asya`dan Japonya`ya, Kore`ye kadar geniş bir kuşakta ve yine Asya’nın pek çok bölgesinde turnalar mutluluğun, şansın, uzun yaşamın ve barışın simgesi olmuştur.

Dünya ve Anadolu Kültüründe Turnalar”

Türk halk edebiyatında özelikle Anadoluda eski, yeni bütün lehçe ve ağızlarda “turna/durna” kelimesi ile adlandırılır.
Sanatta tabiat unsurlarının, hayvanların ve kuşların birer sembol olarak kullanılması insanlığın Şamanizm, Totemizm inançlarına dek uzanmaktadır. Bu unsur veya sembollerin bazıları az çok içerik değiştirerek birer motif ve konu olarak zamanımıza kadar gelmiştir. At, boğa, kurt, geyik, koyun gibi hayvanlarla bülbül, güvercin, leylek gibi kuşlar, gül, lâle, menekşe nev’inden çiçeklerin şairlere ilham verdiğini gösteren bir hayli kaynak mevcut. Bu canlı varlıklar arasında özellilke turnanın kutsal bir yeri vardır.

Turnalar kimi zaman coşkunun, kimi zaman hüznün, bazen de mutluluğun habercisi olmuşlardır. Birçok halk şiirinde, özellikle halk türkülerinde duyguların anlatımında turnayı aracı olarak görürüz.
Turnalar göçtükleri her yere güzellik, aşk ve vefa duygusunu taşırlar. Kondukları her yere buruk şiirsel bir duygu ve anlam götürürler:

Al Gönlümü Götür Turnam
kuş mu uçar bu kaleden
haber yok gözü eladan
kurtar beni bu beladan
al gönlümü götür Turnam
bu dağları elem sardı
gelen aldı giden çaldı
deli gönlüm viran kaldı
elden ele götür Turnam
bülbülün avazı için
dostluğun niyazı için
Çağlari’nin sazı için
al gönlümü götür Turnam

Ömür Ceylan’ın anlatımıyla:”Araplar’ın kürkiyy, Farslar’ın bâtir ve küleng dedikleri turna, edebî metinlerimizde daha ziyade turna ve küleng adlarıyla geçer.

Belli bir düzen içinde ve ‘V’ formunda uçan turnaların, gökyüzünde oluşturdukları kompozisyon, geleneğimizin tüm şâirlerine ilhâm olmuştur. Halk şâirlerinin alay alay ve bölük bölük ikilemeleriyle ifâde ettikleri bu görüntü, divan şiirinde hayl-i küleng, katâr-ı küleng, saff-ı küleng gibi tamlamalarla anlatılır. Her beyit için yeniden kurduğu semantik dünyayı her şeyden çok, ince dikkatlere dayandırılmış benzetmelere borçlu olan divan şâiri, gökyüzünde müthiş bir cezbe, intizâm ve teslimiyet içerisinde uçan turna sürüsünü, sevgilisinin bulunduğu mahalleye âdetâ istemleri dışında giden âşıkların gönül/can kuşlarına benzetir:

Gökde efgân iderek sanma geçer hayl-i küleng

Çekilür kûyına murgân-ı dil ü cân saf saf

Bâkî14

(Gök yüzünde feryatlar ederek geçenleri turna sürüsü zannetme. Gönül kuşları bölük bölük senin bulunduğun mahalleye doğru çekilmektedir.)

Renklerinde hâkim olan gri ve kül rengi, turna sürüsünün gök yüzüne yükselen bir dumana benzetilmesine zemin hazırlamıştır. Fakat şâir, kendisinden beklendiği gibi bu benzetmeyle yetinmez. Hasret ateşiyle kavrulmakta olan gönlünden kopmuş âh dumanı göğün tabakasına kadar yükselmiş bir turna sürüsünü andırmakta iken, şâir aşkı ile o derece kendinden geçmiştir ki kendi âh dumanının bu derece yükseklere çıkış sebebini dahi kavrayamamaktadır. Gönlündeki hasret ateşi mi artık sönmüştür (vuslat), yoksa yeniden bir kat daha mı tutuşmuştur (hasret) ?! Zîrâ ateş, en etkili dumanını ilk yakıldığında ve söndürüldüğünde verir:

Bilmem ki söndü yohsa yeniden mi aldı dil

Çıkdı sipihr-i çârüme saff-ı küleng-i âh

İzzet Mola15

 

Divan şâiri, gönül kuşunu bir turnaya teşbih etmek istediğinde elbette diğer türlerine göre daha zarif, boyu daha kısa, sesi daha tiz olan ve gözünün gerisindeki alımlı beyaz süs tüylerinden ötürü telli sıfatıyla anılan turnaya benzetecektir.”

 

Alevilik ve Bektaşilik Kültüründe Turna

Turna, Alevilik ve Bektaşilik kültüründe çok önemlidir. Alevîlikte turna ve güvercin kutsal sayılan iki kuştur. Bu kuş, Alevî-Bektaşi folklorunda da önemli bir rol oynar ve Hz. Ali yi temsil eder. Yine Ahmet Yesevi, turnaya ve Hacı Bektaşı Veli de güvercin donuna dönüşebilmektedir.

“İslâmiyet öncesi Türk inanışlarında Gök Tanrı dışındaki ilahlardan biri olarak kabul edilmiştir. Öldürülmesi hoş karşılanmayan turna, Anadolu’da da avlandığı takdirde avcısına felaketler getirdiğine inanılır. Yine Anadolu’da kız güzellik sembolü ve halk şiirimizin gurbet ve sıla çağrışımları taşıyan habercisidir. Alevî-Bektâşî geleneğinde İlâhî aşkla yola giden iman-ikrar sahibi canları, turna katarı âyîn-i cemi temsil eder. Cem âyini sırasında okunan nefeslerin en ünlülerinden biri de ‘turna semahı’dır.”

Cem ayinlerinin önemli bir unsuru olan semahlardaki hareketlerin her birinin ayrı ve özel bir anlamı bulunmaktadır. Turna Semahı ise, turnanın uçuşunu çağrıştırır. Turnaların gökyüzündeki hareketlerini yansıtan figürlerle semah dönen, döndükçe yükselen canlar Hakla buluşurlar.

İnsanın Tanrı’ya inanış, yakarış ve bağlılıklarının işlendiği dinsel bir ifadedir, bu. Kişi Semah esnasında transa geçer ve kendini tamamen Tanrı’nın hizmetine bırakır. gök yüzünden aldığını yere yüzüne yansıtmak ve özellikle Turnalar Semahı’nda yer yüzünden gök yüzüne yükselmek arzusu dile getirilmektedir.

Turna kuşunun, Alevi edebiyatında da özel bir yeri vardır. Turna ile Hz. Ali’yi sembolize eder. Turna semahı, turna kuşunun figürlerine dayanır. Hareketler; turnanın hareketlerine benzer. Yavaş ve olgundur.

“Yemen ellerinden beri gelirken
Turnalar Ali’mi görmediniz mi?
Havanın yüzünde semah dönerken
Turnalar Ali’mi görmediniz mi?”

Turna semahı, bu buluşmayı anlatır. Sesi Ali ye benzetilen turna, kuzeyden güneye, güneyden kuzeye göç ederken, Anadolu insanından selam götürür, onlardan da selam getirir.

Turnalar Semahı

Birinci kapı semah hızlanıp yavaşlayanda, ikinci kapı semahçı kendi ekseni etrafında dönende. Varoluş çemberinde her seferinde farklı niteliklerle yeniden dünyaya geliş aşamalarını ve sonunda ulaşılan insan-ı kamil noktasında insanın kaynağına yani Tanrı’ya dönmesini açıklar.

Semah aynı zamanda kişinin bu dünyadan ve nesnel gerçeklikten bir süre koparak bedeninin dönüşün verdiği sarhoşluğun etkisiyle özünün ve ruhunun farkına varmasına aracılık eder.

Bu sarhoşluk kişinin sadece iç dünyası ile ilgili değildir; kendi etrafında dönen bir kişi, etrafında var olan herkesi ve her şeyi aynı bulanık görüntüyle görecektir, insanlar ve eşyalar yanından akıp gider, hepsi de ona aynı mesafede yabancılaşır, uzaklaşır; hatta aynılaşır, yüzlerdeki farklılıklar görünmez olur. Bu yabancılaşma ve aynılaşma, Bektaşi ve Aleviler’deki eşitlik düşüncesine eşlik eder; semahın tek başına yapılamayan bir ritüel olması gibi Bektaşi ve Aleviler’in muhabbete dayalı olan ayinleri de, insanların eşitliğine vurgu yapar. Zaman da Bektaşi ve Aleviler için öyledir: “döngüsel zaman eşitleyicidir… Devir inancı, mineralden insana kadar bir yelpaze içinde kutsal bir akrabalık ilişkisi varsaymakta, böyle bir ilişki kurmaktadır” (Çamuroğlu, 1993:72-73).

Turnalar semahında; 15 ağırlama, karşılama ve hızlanma denilen farklı tempolu bölümlerde de görülebileceği üzere semahta adımlar hayatın akışının değişkenliğine ve izafiliğine uyum sağlar. Zaman bu temponun ritmine göre akar. Bazen yavaş, bazen hızlı işler. Bu zamanın hayata ve insan-ı kamil olma hedefine boyun eğişi ve hareketin önemi üzerinde yapılandırılmış bir anlayış karşısında yokoluştur.

Diller de tellerde nağmeleşen turna mistik bir havaya bürünür. Alevi cemlerinde Turna Semahı olarak görünür. Adını verdiği semahla dönen canlar turnanın uçuşunu, gökyüzündeki hareketlerini taklit ederek çark eder. Her dönüş onu Tanrı’ya biraz daha yaklaştırır. Biraz daha yukarıya çıkarır. Döndükçe döner. Döndükçe yükselir. Eller havada. Yükseldikçe dönen canlar Hak’la kucaklaşırlar. Turnalar Semahı canların Hak’la kucaklaşmasını sembolize eder.

Pir Sultan Abdal’da

Gine dertli dertli iniliyorsun
Sarı turnam sinen yaralandı mı
Hiç el değmeden de iniliyorsun
Sarı turnam sinen parelendi mi

Yoksa sana yad düzen mi düzdüler
Perdelerin tel tel edip üzdüler
Tellerini sırmadan mı süzdüler
Sarı turnam sinen yaralandı mı

Bahar seli gibi akıp çağlama
Dertli ötüp yüreğimi dağlama
Üstadını buldurayım ağlama
Sarı turnam sinen yaralandı mı

Yas mı tuttun giyinmişsin karalar
Senin derdin açar bana yaralar
Esiri der nedir buna çareler
Sarı turnam sinen yaralandı mı

Turnam niçin ahvalimi bilmezsin
Bendeki yaralar türlü türlüdür
Öğüt versem öğüdümden almazsın
Bendeki yaralar türlü türlüdür

Uçup havalanma yellere karşı
Bülbül figan eder güllere karşı
Gel beni ağlatma ellere karşı
Bendeki yaralar türlü türlüdür

Pir Sultan Abdal’ım ben de böyleyim
Emir haktan geldi kime neyleyim
Derdim çoktur hangisini söyleyim
Bendeki yaralar türlü türlüdür

Diye dillenir.

Şimdi de Karacaoğlan’a bakalım:

Havayi hey deli gönül havayi

Ay doğmadan şavkı vurdu ovayı

Türkmen kızı katarlamış mayayı

Geçip gider bir gözleri sürmeli

 

Ataş yanmayınca duman mı tüter

Ak göğsün üstünde uban mı biter

Vakti gelmeyince bülbül mü öter

Öter gider bir gözleri sürmeli

 

Deniz kenarında yerler hurmayı

Kılavuz katalar telli turnayı

Ak göğsün üstünde yalaz düğmeyi

Çözer gider yaylasına bir gelin

İlahi Söz,Turna Kuşu, Bağlama

Turnaların uçuş şekilleri aerodinamik harikasıdır. Türk kültüründe göç eden kuşlar olduğundan sevgiliye hasreti ifade ederler. Göğüs yapıları sayesinde sesleri kilometrelerce öteden duyulabilir. Alevi kültüründe de turnanın sesini Hz. Ali’den aldığı söylenir.

Bektaşi geleneği turnanın haykırışını Hz. Ali’nin sesi ile özdeşleştirerek ona öğretisinin merkezinde yer vermiştir. “Gerçeğin sesi ,anlamına gelen‘’ Hakk’ın Nidası’’ ya da ,Yaradan’ın sözü, olarak sadeleştirebileceğimiz‘ ’Şah’ın Avazı’’deyimleri ile ifade edilir.’’İlahi söz’’ün efendisi Nil deryasının ulu bilgesi, Turna Kuşu sureti ile tasvir edilen Hermes’in yani İdris Peygamber’in öğretisidir. Hermes, Kuran’da adı geçen İdris Peygamberdir.

Hazreti Şah’ın avazı ,
Turna derler bir kuştadır.
Asası Nil Deryasında,
Hırkası bir deviştedir.

Alevi terminolojisinde Turna kuşu Hermes’in kendisini ifade eder.Asa yer belirtir,kişinin asasının bulunduğu yer mekanının olduğu yerdir.Bir kişinin hırkasını giymek onun yolunda olmak ,onun düşünce ve inancını paylaşmak demektir.,Yukarıdaki imge dili ile söylenmiş dizelerde,İlahi kelamın Hermes tarafından seslendirildiği, Hermes’in yurdunun Nil deltasında olduğu,ancak onun Anadolu’da bir derviş tarafından temsil edildiği ifade edilmektedir.
Yunan Mitolojisinde Hermes; Merkür Trimegistes Tanrıların en akıllısı, en kurnazı ve çeviğidir. Zeus’un habercisi, postacısıdır. Hermes Tanrıların mesajlarını yorumlayarak onları ölümlülerin anlayabileceği dile çevirir. Böylece iki dünya arasında zihinsel bir köprü kurar. Hermes tıpkı turna kuşu gibi göç eder, klavuzdur.

Hermes’in Mısır dilindeki adı ise Thot ‘tur. Thot’un terziliği, onun görevi insanlara “initiation” yoluyla hal elbisesi giydirmektir. İslam dünyasında ise İdris diye bilinmektedir. İdris sözcüğünün anlamı da ‘terzi’ dir. Yunus Emre bir şiirinde ondan “İdris nebi hülle biçer, gezer Allah deyu deyu” diye söz etmiştir.

Alevi ibadetinde,Alevi Ayin-i Cem törenlerinde ‘’İlahi söz’’ ün yeryüzüne taşınmasına zakirin yada dedenin‘’bağlama’sı aracılık eder. Alevi ibadetinin ayrılmaz parçası olan ve Aleviler arasında ‘’telli ayet’’ olarak da isimlendirilen bağlama ‘’İlahi söz’e ses verendir.ü yere indirendir . Bu yüzden Aleviler ‘’ İlahi Söz’’ü dile getiren , bağlamanın sesinin‘’Turna Kuşu ‘nun (Hermes’in) sesi olduğuna inanırlar.

Alevi nefeslerinde İlahi söz, turna kuşu ve bağlama birbirleriyle öylesine iç içe geçmişlerdir, birbirlerinin içinde öylesine erimişler,kaybolmuşlardır ki , bu üç sözcük adeta aynı öznenin farklı seslerle söylenişleri haline gelmişlerdir.Alevi dedesi sazı eline aldığında ‘ilahi söz,Turna kuşu ve bağlama’ aynı kelimenin içinde tek vücut olurlar

Sazım sana yad düzen mi kurdular
Tellerini haddeden mi süzdüler
Yad el değip perdelerin bozdular
Sarı turnam sinen parelendi mi?

Sana kelam söyler davudi diller
Şu senin sevdana maildir eller
Göğsüne takayım alışkın teller
Sarı turnam sinen parelendi mi

Beş perdeden çalınıyor bağlama
Esip figat ilen sinem dağlama
Bulam ustasını canan ağlama
Sarı turnam sinen yaralandı mı?
Aşık Esiri (Turnalar Semahı)

.

Yeniçerilerde Turna Tüyü

“İbrahim Müteferrika’nın ‘yüksekten uçan bir kuş’ olarak tasvir ettiği Osmanlı ordusunun kalbinde yani merkezinde yer alan yeniçeriler börklerinin önünde, alınlarının üzerindeki bir haznede turna tüyü taşırlardı. İç Asya Türk-Moğol konargöçer toplumlarında rütbe işareti olarak başlık üstünde kuş tüyü taşımak ait olunan boyun tüyü taşınan kuş boyu ile olan ittifakının simgesi sayılırdı. Öte dünyaya gitmek üzere göğe yükselen şamanın gerektiğinde kılığına bürünmek için üzerinde taşıdığı kuş tüylerinden kaynaklandığı düşünülen bu gelenek takan kişiye o kuşun güçlerinin geçtiği inancını simgelerdi. Turna ve benzeri kuş tüyleri savaşçılar tarafından muharebe zamanlarında cesaret vermesi amacıyla takılırdı. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu aşamasında sistemi tasarlayan Osmanlılar’ın bu kadim gelenekten haberdar oldukları ve devam ettirdikleri anlaşılıyor. Başka bir kuş değil de Altay kavimleri tarafından kutsal kabul edilen turnanın tercih edilmesi de yine erken dönemde Osmanlılar’ın konargöçer kültürü ile bağlarının sıkı olduğunun bir göstergesidir. Zira Yakutlar gibi Gök Tanrı tarafından görevlendirilen yedi genç kızın insan olmak ve çocuk doğurmak için dünyaya indiklerine inananlar olduğu gibi, Başkurtlar gibi kendilerini düşmanlardan korudukları için turnalara tapanlar da vardı. Jean Paul Roux her boyun kendine has bir hayvan atası olmakla birlikte bu halklar arasında turna tapımının ortak bir kült olduğunu söylemektedir.”, Turna’nın Kalbi, Erdal Küçükyalçın

“Ayrıca yüksekten uçan, sürüler halinde dolaşan, kondukları yerde, merkezinde liderin olduğu bir çember oluşturarak kümelenen turnalar, tüm bu kültürel arka planıyla yeniçeriler için eşsiz bir sembol niteliği taşımaktaydı.

Başa takılan (kızıl) turna kanadı başka hayallerde de malzeme olmuştur:

Yel-i sipâh-ı nücûm olmuş idi çarh-ı berîn

Hilâlden takınup başı üzre perr-i küleng

Hayâlî

(Hilâli bir turna kanadı gibi başına takınan yüce gök yüzü, [bu haliyle adeta] yıldız askerlerinin pehlivanı olmuştu. [Eskiden savaş öncesinde her iki ordunun en iyi savaşçıları ortaya çıkarak teketek döğüşürlerdi. Yel-i sipâh tamlaması ile şâir, ordunun en iyi askeri olan bu öncü savaşçıyı kastetmektedir.]

Fark-ı serde şekl-i şemşîrün yeter perr-i küleng

Bâ-vücûd ol dem ki hûn-ı zahmum içre âl olur

Bâkî

(Başımın üzerindeki kılıcının şekli [görüntüsü], turna kanadı olarak [bana] yeter.Özellikle yaramın kanı ile kızıla boyandığında…)”, Ömür Ceylan

“Turna simgesi yeniçerilerin yalnızca börklerinin üzerinde taşıdıkları bir rütbe işaretinden ibaret olmayıp Ocak hayatının başka bazı yönlerinde de karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Ocak’ın önemli subaylarından biri “Turnacıbaşı” olup turna beslenmesinden olduğu gibi devşirme işinden yani bir anlamda yeni turnaların toplanmasından da o sorumluydu. Devşirilen çocuklar kayıtları yapıldıktan sonra “Turna katarı” formasyonuna sokularak başkente götürülürlerdi. Aynı turnalar gibi yeniçeriler de hem sefer sırasında çadırlarında hem de kışlalarındaki odalarında çember oluşturarak otururlar, komutanlarını ortalarına alırlardı. Üstelik sefer esnasında ordugahta firar ya da diğer ağır suçlardan hüküm giymiş yeniçerilere verilen idam cezasının infazı için kurulan bir “Leylek Çadırı” bulunurdu ki bu, o çadıra giren kişinin artık yeniçeri olmadığının, bir turna olmaktan çıkarılarak özel bir kudsiyet atfedilmeyen bir leyleğe dönüşmüş olduğunun, yani Yol’dan çıkmış kabul edildiğinin sembolik temsiliydi.

Turna ile Yeniçeri Ocağı arasındaki bu bağ anlaşıldığında Bektaşi Yolu’nda yürüyen ve birbirlerine “Yoldaş” diyen yeniçerilerin oluşturdukları “Yeniçeri Yoldaşlığı”nın, bir tür “TurnaYoldaşlığı” olduğu görülür.” Kısacası turna, tarih boyunca değişik kültürlerce derin anlamlar atfedilen, simge değeri yüksek bir kuş olmuştur. Yakından bakıldığında bu simgenin Yeniçeri Ocağı’nın anlam dünyası içerisinde de özel bir yeri olduğu anlaşılır.”, Turna’nın Kalbi, Erdal Küçükyalçın

Gökyüzünün özgürlük sevdalıları turnalar asırlar boyu kültürümüzde büyük rol oynamıştır.Bahar aylarından sonbahara dek konuğumuz olan turnaların sayıları koruma koşullarının yetersizliği ve yasakların delinmesi nedeniyle giderek azalmaktadır. Öyle ki son yıllarda Telli Turna’ya artık rastlanmamaktadır.

Doğanın hazinesi, bu efsanevi kuşların uzun yıllar yaşaması dileğiyle…

 

*Yaban Hayatı Uzmanı değerli hocamız Tansu Gürpınar’a teşekkürler

A.Handan Yalvaç

Ağustos, 2011

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devrim Erbil

“Tuvale bir şiir yazarım , renk olur.”

Değerli sanatçımız Devrim Erbil’le söyleşi yapmak için atölyesinde; sanatçı Dubai’nin önde gelen sanat galerilerinden “DIFC Art Space”deki ikinci kişisel sergisinin açılışı için gittiği Dubai’den henüz gelmişti.

Atölyedeki eserleri hayranlıkla, heyecanla izledim. Çizgiler, rengârenk maviler, kırmızılar içinde kayboldum. Sonra da bu müthiş insanın sanatının derinliklerini öğrenmek üzere kayda başladım.

Devrim Erbil’in anne tarafından dedesi Bulgaristan Kırcaali’den Rüştiye ve İdadi okumak üzere İstanbul’a gelir. Birçok şehirde emniyet müdürlüğü yapar. Baba tarafı ise Uşak’tan Sepetçioğullarındandır. Annesi ve babası Uşak’ta evlenirler.1937, Uşak doğumlu olan Devrim Erbil’in çocukluğu ve ilk gençliği Balıkesir’de geçer.

50’lerin Balıkesir’i nasıldı, sanata olan ilginizi o yıllarda görebiliyor muyuz?

İlkokula Balıkesir’de başladım. Çitlembik ağaçlarının gölgeli yollarında ilkokulu, ortaokulu ve liseyi orada okudum.

İlk gençlik yıllarında biz sanatla, edebiyatla, sporla çok daha fazla uğraşıyorduk. O zamanlar edebiyat matineleri çok revaçtaydı. Turne gibi şehirlerarası edebiyat matineleri yapılırdı ve tüm Anadolu’yu gezerdi. Yüzlerce kişi büyük bir salona gelirdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu, Melih Cevdet Anday’ı, sonra Asaf Halet Çelebi’yi, Özdemir Asaf’ı ben hep bu edebiyat matinelerinde tanıdım. Münazaralar, sanat yarışmaları yapılırdı. Sanatı önce resimle değil, kitapla; şiirle keşfettim. Daha ilkokuldayken düz yazılar, romanlar yazdım.

Sonraları Varlık dergisinde, İstanbul dergisinde, Yeditepe’de desenlerim basıldı. Nasıl mutlu olurduk bilemezsiniz, büyük bir heyecandı. Balıkesir’in aydın bir ortamı vardı; şairler yetiştirmişti, edebiyatçıları vardı, kitaplar hiç olmazsa ulaşabiliyordu.Sanata olan düşkünlüğüm beni akademiye getirdi.

Güzel Sanatlara girdiğinizdeki ortamı biraz tarif edebilir misiniz?

O zaman Güzel Sanatlar Akademisi şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesiydi, Türkiye’deki tek sanat kurumuydu. Bir de tabii Ankara’da Gazi Eğitim vardı, ama o daha çok öğretmen yetiştiriyordu.

İlk sene galeride Halil Dikmen’in öğrencisiydim. Halil Dikmen son derece zarif, mükemmel, çok güzel konuşan, felsefeyi, sanatı çok iyi bilen, derin ve anlamlı biriydi. Zannediyorum Mevleviydi. Aynı zamanda Resim Heykel Müzesi Müdürüydü. Çok büyük bir hayranlıkla onu dinlerdik ve resim heykel müzesine giderdik; orada bize ney çalardı, sohbet ederdik.

İkinci sene atölye seçme konusunda hiçbir tereddütüm yoktu. Bedri Rahmi’nin atölyesini seçmiştim. Bedri Rahmi bir coşku insanıydı. Diğer hocaların daha sakin, sıradan diyebileceğim bir eğitim sistemi içinde bir bakıyordunuz ki Bedri Rahmi en başarılı öğrencileri yetiştirmişti. En popüler kişiler oradaydı. Eğitim sistemi doğrudan doğruya coşkuya dayanıyordu. Kişilik kazandırmayı hedefliyordu. Anlattıkları çok bilimsel, anlamlı, önemli değildi belki; ama bir şair coşkusu ile insana, doğaya, çevreye bakmaya odaklanıyordu; bu heyecanı veriyordu…

Yaşar Kemal, Füreya Hanım, Ahmet Hamdi Tanpınar; Bedri Rahmi’nin atölyesine gelirdi. Bir hava yansırdı atölyede. Daha sonra hocalığım sırasında da ben de bu sistemi sürdürmeye çalıştım.

Eserleriniz; kendi içinizdeki sesin güçlü bir dışa vurumu. Nasıl oluştu bu üslup…

Batıdan gelen rüzgârların akademiyi etkilemesi dışında işler yapmaya başladım. Daha öğrenciyken minyatürleri seviyordum. O bana bir ayrıcalık kazandırdı. Kendi işlerime baktığımda, çok erken bir zamanda üsluplaşmayı görüyorum. Daha 15 yaşında yaptığım işlerdeki renkli çizgilerle, doğanın farklı bir görünüşüne ulaştığımı hissediyordum.

 

Aslında bugüne gelinceye kadar da o ilk yaptığım işlerle bugünkü işler arasında çok yakın bir bağlantı olduğunu fark ediyorum. Bu da kendi içimdeki sesin, sezgi gücünün erken örneklerine her zaman sadakatle bağlı kaldığını ortaya koyuyor. Kendime sadık kalarak, zorlamadan ya da kendim dışındaki sesleri dışarıda tutarak kendi kişiliğimi ortaya koymak büyük avantaj sağladı bana.

Resmin fiziksel yapı elemanları dediğimiz; görsel elemanlar var. Bunlar çizgi, biçim ve renktir. Ondan sonra kütlelerin bir araya gelmesi, ışık; bunlar hep ikinci derece kalır. Ama çizgi, biçim ve renk; sanatın, resim sanatının temelidir. Hatta resim sanatı şöyle tarif edilebilir: Boyayı renk yapma sanatına resim sanatı denir. Çizgi desenin elemanıdır, temelidir. Desen de sanatın temeli ve sanatın namusudur; bu sadece benim sözüm değil.

20 yy’da başta Picasso’da olmak üzere çizgiye çok özel bir yer veriliyor. Ben hem Batı sanatında hem de Türk kaligrafi sanatında çizginin nasıl önem taşıdığını gördüm. O zaman çizginin; resmin kuruluşundaki temel bir eleman olacağı inancı, bende kökleşti. Sadece çizgi ağırlıklı resimler yaptım. Çizgi aynı zamanda rengin taşıyıcısı oldu, böylelikle renkli çizgiler ortaya çıktı. Bu da çağdaş bir bakışa ve şiirsel bir soyutlamanın kapılarını bana açmaya yetti. Çizgi o yüzden hem benim sanatımın temel bir unsuru oldu, hem de beni ayrıcalıklı kılan renkli çizgilerle renkli bir dünya yaratan bir sanatçı haline getirdi.

Genç yaşlarda ödüller almışsınız…

66’da 30 yaşlarına ulaşmamışken Tahran Bienali’nde; uluslararası bienalde birincilik aldım. Bu hiç de kolay bir olay değildi. Ondan sonra 1970’de İskenderiye Bienali’nde ikincilik ödülü kazandım.

Türkiye’de pek çok yarışmada ödüller kazandım. Yurtiçinde ve dışında onur ödülleri verildi. Bunlar beni mesleğime daha çok bağladı ve daha büyük bir heyecanla eserler üretmeye yöneltti. Beni tarif etmek gerekirse en önemli özelliklerimden biri de böyle çılgıncasına çalışmaktır. “Paleti kurumayan ressam” dedikleri cinstenim ben.

 Mavi tutkunuz resimlerinizde olağanüstü bir etki yaratıyor. Hatta 1963’te “Mavi” adlı bir grup kurmuşsunuz.

Akımlardan bahsederken, ister istemez şunu görüyoruz; mesela empresyonizm belki Paris’te değil de İstanbul’da doğmalıydı. Çünkü rengi, ışığı, hareketi, titreşimi ön plana çıkaran bir akım. Bu ışığın en güzel yeryüzüne vurduğu, doğasının güzelliğinden kaynaklanan renklerinin zenginleştiği bir ortamda titreşimlerle, boğazın mavisiyle; Sultanahmet camiinin çinilerinin mavisi birleşir İstanbul’da. Turkuvaz bir Türk mavisi, yeşile kaçan çok özel bir mavidir, bu. Müthiş etkileyicidir. Çok severek kullanıyorum. Mavinin İstanbul’un simgesi olduğunu düşündük: Ben, Adnan Çoker, Sarkis Sabunyan, Tülay Tura ve Altan Gürman 5 arkadaş bu Mavi grubunu kurduk. Bir süre sonra dağıldı.

Desenleri farklı tekniklerle, farklı malzemelerle yeni baştan yaratmak. Nasıl gerçekleşti.

Bütün tekniklere sevgiyle yaklaştım ,yeni teknikler aradım. Sedef kakmacılık geleneğinden yola çıkarak kendi resmimi sedefte değişen ışıkta, değişen parlaklıkla kendini yeniden var eden etkileyen bir nesne olarak uyarladım. Eserlerimden dokunmuş 50-60 parça büyük halım var. Bunları satmıyorum; büyük bir sergi yaptıktan sonra belki müzeme koyacağım. Eserlerimi vitrayla, pleksiyle, seramikle malzemenin ruhuna sadık kalarak yeniden ürettim. 1970’de Lizbon’da Türk Büyükelçiliği için iki metreye 25 metre bir resim yaptım seramikten.

Çeyrek Yüzyıl Ustaları sergisini anlatır mısınız?

1970’de doçent oldum. 25 yıl sonrasında “Sanatta çeyrek yüzyıl” diye bir sergi yaptım. 25 yıl hocalık yapmış olmanın sorumluluk yüklediğini bilerek; hem bunu hem de yetiştirdiğim öğrencileri göstermek için büyük bir sergi hazırladık.16 şehirde dolaştı, yurtdışına gitti. Şimdi Caddebostan Kültür Merkezinin olduğu yerdeki galeride 80 sanatçı 120 resim sergiledik.

Devrim Erbil, değerli eserlerini yaratmayı sürdürüyor. Yetiştirdiği çok sayıda öğrencisi bugün sanat hayatımızı kaplamaya devam ediyor. Bir çoğu şu anda profesör, doçent olan Devrim Erbil’in öğrencileri sanatçının büyüleyici söylemini öğrencilerle paylaşıyor.

Sanat yolculuğuna bizi de kattığı, tanık olmamıza izin verdiği için Devrim Erbil’e teşekkür ediyor, başarılarını yürekten kutluyoruz.

 

 

 

Pamir Bezmen

pamir 2 web içinYağmurdan kalan bir günde Ayşe Sultan Korusu’na geldiğimde karışık duygular içindeydim. 60’lardan kalma gösterişsiz, biraz da yorgun evin merdivenlerini çıktım.

Nermin Hanım’ın eşliğinde içeri girdim. Solumda ferah pencereden gözüken fıstık çamlarının ardındaydı, deniz. Eski bir İstanbul kartpostalıydı sanki, gördüğüm. Tam karşımda duruyordu, zarifçe hayata gülümseyen Pamir Bezmen. Işıklı bir çerçevede; siyah, beyaz.

Çeşitli zamanlardan iç içe geçen objeler, kitaplar ve mobilyalarla hüzünlü aynı zamanda sevgili bir havaydı, soluduğum. Koltuğuma yaslandım adını birçok kez duyduğum Pamir Bezmen’in geçmişteki ayak izlerine doğru uzun bir yolculuğa çıktım. Rehberim onun en yakını, aşkı, hayat arkadaşı; Nermin Bezmen’di.

Pamir Bezmen Ayşe Şermin Hanımla, Mehmet Cazım Bey’in oğludur. Çok kültürlü bir ailenin ilk çocuğu olarak 1936 yılında dünyaya gelir. Sonra Nil sonra da Tibet doğar. Baba Demirzade Cazım Bey Giritten, anne Şermin Hanım ise Selanik’ten göç etmişlerdir. Cazım Bey İngilizce, Fransızca, Arapça ve Elenika konuşur. “Safranbolu Evleri”ni sergileyen ünlü suluboya ressamlarımızdan Şermin Hanım High School mezunudur. Aydın, yüzünü batıya çevirmiş uzun bir geçmişi biriktirmiş, harmanlamış bir aileye mensuptur, Pamir Bezmen.

Pamir Bey’in anne ailesinin kökleri İtalya’nın Livorno kentine, babasınınkiler ise Girit, Spina Longa’ya dayanır . Cazım Bezmen’in babası Tekstil tarihimizin en önemli isimlerinden “Mensucat Santral”in yapı taşları yaklaşık 400 sene önce Livorno’dan kopup önce İstanbul’a, sonra Selanik’e ve yüzyıl başında İstanbul’a geri dönerek, yerleşen bu aileye kadar uzanır. İzmir’de kumaş ticareti yapmakta olan Cazım Bezmen’in babası Hüseyin Bin Demir Bey, Mübadeleden önce Girit Adası’nda Knossos Çiftliği’nin sahibidir. Knossos, Heraklion’da buğday yetiştirip, yel değirmenlerinde öğüten koca bir tesis. Bir anlamda Girit’in ekmeği Demiraçi Hüseyin beyin eline bakıyor. Sonra Mübadale’de 62 parça mülk bırakıp, İzmir’e yerleşiliyor.Ticaretle uğraşan Selanik’in ünlü tüccarlarından Halil Ali ve yine çok büyük tüccar Refik Recep’in kızı Vedia Hanımın evliliğinden Fuad Bey, Şermin Hanım, Nazım Ali ve Refik dünyaya gelir. Neredeyse mübadeleden bir çeyrek sene önce aile 1900’lü yılların başlarında Selanik’ten İstanbul’a taşınır.

Pamir Bezmen’in arşivlerden, aile sözlü tarihinden derlediği bilgilerle yüzümüzü geçmişe çeviriyoruz:

Halil Ali Brothers Şirketi

Geçmişte Selanik, Osmanlı imparatorluğunun her yönüyle batıya açılan penceresi 753ve çok yönlü bir merkez. Benim ailem de burada merkezlerini kurmuşlar. Bugün yaşanan globalleşmenin fotoğrafını geçmişte de görüyoruz. Bu globalleşme bizim cetlerimizin birer kolunun Avrupa’nın muhtelif şehirlerine yerleşmesiyle başlıyor. Ağababamın kurduğu Halil Ali Brothers Şirketi dünya çapında ticaret yapıyor. Viyana, Berlin, Manchester’da merkezler kuruluyor ve Osmanlıyla ticaret yapılıyor.

Bir şirket Milano’da. Bir dayımız var Recep Dayı Ağa Babamla ortak ve Manchester’da, bir kol Arjantin Buenos Aires’te . Türkiye’de de bir network kurmuş İstanbul; İzmir, Mersin ve Adana ‘da dükkanları var.. Bir mektubun 2 ayda gittiği bir zamanda Osmanlıdan halı geliyor, pamuk geliyor. Halı satılıyor ,mesela bez alıyorlar. Bu bezi Osmanlı zevkine göre bastıracak bir basımevi fabrika buluyor, Manchester’da. O zaman ki Türk zevkine göre baskı yapılıyor. Gemiye yükleniyor, Selanik ‘e geliyor. Ve Selanik’ten dağılıyor. Yani bir fasonculuk yapılıyor. Aslında bir yarı imalatçılık. Henüz fabrika yok. Ama imalat sanayine büyük bir adım. Ticaret yaparken de şehrin gelişmesinde çok etkili olmuşlar. Refik Recep (anneannemin babası) şimdiki adı Şişli Terakki olan Terakki Mektebi’nin Kapancılarla birlikte kurucularından. Anne tarafından dedem Halil Ali bu mektepte okumuş. Hocası Şemsi Efendi, Atatürk’ün de hocası. “

1927 de Sanayi Teşvik Kanunu’nun çıkarılmasından hemen sonra Atatürk’ün sanayileşme çağrısına ilk koşan Ağababa, Halil Ali olmuş. Sanayi devrimine ilk harcı atanlardan biri .

1929 ‘da İstanbul Kazlıçeşme ‘de bir tekstil fabrikası kuruluyor. Halil Ali 60 yaşında. Yedikule’deki Withall’ların Akmeşe adlı fabrikası da alınıyor.Akmeşe Pamuklu Mensucat; pamuktan ipliği, iplikten kumaşı üretiyor.. Kumaş apreneliyor. Avrupa standartında üretim yapan ilk fabrika. “Halil Ali Basması” çok ünlü. 1934 yılında ise yepyeni teknolojiyle “Mensucat Santral” kuruluyor.

Aynı yıl “Soyadı” kanunun çıkması üzerine Halil Ali İstanbul’da Vardar soyadına talip olur. Damadı, Pamir Bezmen’in babası Cazım Bey ise İzmir’de Demirzade’yi almak ister. Ancak bu soyadları daha önce alınmıştır. Aynı soyadı bir şehirde iki kez verilmemektedir. Halil Ali “Biz , bez işi yapıyoruz, o halde “Bezmen” soyadını alalım” diye karar verir, damadına da teklif eder. Sonraları bu karar “kızından olan çocukları da aynı soyadı etrafında toplama arzusu olmalı”, diye yorumlanacaktır.

1936 yılında Pamir Bezmen’in doğumuna az kalmış. Meşhur illüzyonist  Zati Sungur Arjantin’e gittiği sırada, Bezmenlerin Buenos Aires şubesinin başında Nazım Ali Bezmen var. Zati Sungur’u çok iyi ağırlıyorlar. O da dönüşte, Refik ve Atiye Bezmen’in Pamir için hazırladığı çocuk eşyalarını ve kırmızı direksiyonlu, pedallı bir metal arabayı getiriyor. Daha doğmadan gelen araba , çok seveceği yarışçılığın habercisi, belki de..

Aşirefendi. Sultanhamam’da; dede, torun

Halil Ali’yle ailenin en büyük erkek torunu Pamir Bezmen arasında farklı bir sevgi var. Öyle ki kuşaklar öncesinden gelen aile yüzüğünü yıllar sonra ona teslim ediyor.

Yazları İstanbul’da geçirilen yıllarda Sultanhamam’ın ünlü Ağababasını, Halil Ali’yi dibindeki, hep yanı başındaki küçük Pamir’den öğreniyoruz.

1942 yılı Mensucat Santral kurulmuş. Küçük bir çocuğum. Bomonti’de otururduk. Ağababam her yere beni taşırdı. Bayılıyordu beni taşımaya. 2. Mevkii tramvayla giderdi işine. Tünele kadar bir tramvayla giderdik. Tünelden aşağı yüksek kaldırımdan yürünürdü. Oradan köprüyü geçer, mağazaya kadar yürürdük. Kendini çok bonkör hissettiği günlerde Tünel’den Eminönü’ne kadar da tramvaya biner, orada iner, Aşirefendi’ye kadar bir elinde bastonu diğer elinde ben yürürdük.

Bir şeyler anlatırdı, hep. Tarih anlatırdı. Bazen de şiirler okurdu. Ağababamın yazıhanesi, mağazanın en arkasındaydı. Yazıhane dediğim bir masa ve onun koltuğu. Personel olarak; Kirkor Efendi, muhasebeci Hasan Kabuli Bey bir de Madam Anna vardı. Raflarda da birkaç kumaş. Fabrikadan satış yapıldığı için fazla kumaş yoktu.. Uzun bir dükkandı. Çocukluğum orada geçti sayılır. O; dükkanda oturur, çok fazla konuşmazdı. Her lisandan şiir okuduğunu hatırlıyorum. İyi Fransızca bilirdi. Kendi kendine öğrenmiş. Bir şeyler danışmak için gelen giden çok olurdu. Ağababam Sultanhamam’da bir tür ticaret mahkemesi görevi üstlenmişti. Çok eskiden gelen bir gelenek. Onun büyükbabası ve hatta onun da büyük babası aynı işi yaparmış. Resmi bir görev değil ama yaptırımı var. Hatta rahmetli Sakıp Ağa bir davette babasının Adana’dan geldiğinde Halil Ali’den Sultanhamam için icazet almak durumunda kaldığını anlatmıştı.”

II. Dünya Savaşı yıllarına, İstanbul’da ki 265 tramvayın yakıt tasarrufu nedeniyle 135’e indirildiği yıllardayız. Hitler Sütlüce’de “Yahudi fırınları”nı kurmak istiyor.

Aynı yıllarda “Belki de bu anlatacaklarımı görmedim, sanırım ertesi günü duydum “diye anlatıyor köşesinde, Pamir Bezmen. Sonradan çok tartışılacak “Varlık Vergisi”nin sıcak günlerine gidiyor. “Ama eminim ki Hasan Kabuli Bey ordaydı. Bir gün kapıdan bir adam girdi Ağababama “Size 500. 000 vergi tarh edecekler”. Söz konusu olan “Varlık Vergisi”.” Eğer, bana 50.000 lira lütfederseniz vergiyi 75’e indiririz. Bu size 125’e biter”, diyor. Ağababam onu, o uzun mağazada kovalıyor, kovalıyor. Aradan 1 hafta geçiyor. Aynı adam bir müfreze askerle gelip yeni vergiyi tebliğ ediyor. Yeni vergi 2 milyon lira. Ve vergi zamanında ödendi Aşkale’ye gidilmedi. Bu vergi ailenin üzerine hışım gibi çöktü.

“…..giden 1400 kişiden 21 kişi geri dönmedi. …İnsanlara verdiği güvensizlik, üzüntü inanılmaz boyutlardaydı. Ermeni, Balat Rum ve Amerikan hastanelerine de vergi tahakkuk ettirildi. Varlık vergisi mali açıdan da bir yarar getirmedi. Türk sanayine de zararı dokundu. Birikim yok oldu. Yabancı sermaye ürktü yatırım yapmadı. Ya kaçtılar ya da silindiler.”, diye aktardığı yakın tarih kayıtlarını kendi hayatındaki konuşmalardan ve kütüphanesindeki dönemin maliye müfettişi Faik Öktem’in hatıratından derler, Pamir Bey.

Yine aynı yıl aileye, unutulmaz hatıraların yaşanacağı yeni bir üye katılır. Hitler’in en yakınlarından Alman Büyükelçisi Franz Von Papen Ankara’da bombalı bir suikast girişiminden şans eseri kurtulur. O zamana kadar kullandığı Gazojenli Mercedes Benz otomobilini satılığa çıkarır. Bezmenler alır. Pamir Bey’in ilk kullandığı otomobil bu olacaktır. Sonradan anılarında “dört kapılı, “dekapotabl”, tenteli üstü açılıp, kapanabilir siyah renkli, çirkin bir otomobil diye geçer. 7 yaşındadır, o kadar küçüktür ki ayakta kullanır. Trafik Kanunu çıkmadan önce de 15 yaşında ehliyet alır.

Ailenin tüm üyeleri ticaretle uğraşıyor gibi gözükür, ancak Pamir Bezmen’in ailesinde iki derviş vardır. Biri baba tarafından Cazım bey’in dayısı Bektaşi Dedesi İbrahim Nafi Bey diğeri Mevlevi Mehmet Esad Dede’dir. Esad Dede Mesnevihan, aynı zamanda da değerli bir yazardır. Ölümünden önce Kasımpaşa Mevlevihanesindedir.

Sevgili Karşıyakam, unutulmaz Robert Kolej

Pamir Bezmen anılarında unutulmaz bir yer tutan Karşıyaka’yı çok sevmiştir. Kozmopolit, modern, şık bir yerdir, İzmir. Karşıyaka’da iki, üç katlı köşkler vardır. Onlar Çamlık sokakta otururlar. Biraz ilerde Krepsiler, ön tarafta Manço’ların kiraladığı işgal sırasında Konstantin’in oturduğu bina yer alır. Onların köşesinde Durmuş Yaşar ve eşi Hikmet hanımın köşkü vardır. Cazım Beylerle, Mançolar bezik oynar. Aralarında Pamir, Nil, Aytaç Manço, Mark Krespi’nin de olduğu çocuklar hep birlikte komşu bahçelerde koşuşturur, yaramazlık yaparlar. Kapının önünden denize girilir, ailelerle birlikte radika, kuzukulağı toplamaya Yamanlara gidilir. Tek atın çektiği, tek vagonlu tramvaya atlanır, Vatman Rasih Efendiyle şakalaşılır. Akşamüstleri 5 çayları, cumartesi günleri akordeonlar eşliğinde küçük kanepelerle sunulan ince uzun bardaklarda bol sulu rakıların içildiği garden partiler olur. O yıllarda kurulan dostluklar ömür boyu sürer. Pamir Bezmen’in hem bu anılarından hem de araştırmalarından destek gören diğer bir Karşıyakalı Yaşar Aksoy 99’da “Karşıyaka , Bir Aşkın Hikâyesi” adlı kitabını yayımlar.

1947’de 11 yaşında o dönemin yatakhane ağabeyi şu an emekli büyükelçi Nurver Nurveş’in adeta eline doğar. Tuncer Karakurt’la yatakları yan yanadır. İlk bir sene annelerini özlerler, geceleri hep ağlarlar. Sonra da hafta sonu eve gitmeyip okulda kalabilmek için ceza almaya çabalarlar. Büyük eğlence vardır.

Ayşe Sultan Korusu’na duvarı aşıp girilir; çizmeli bekçileri ve havlayan köpekleri atlatarak ayvalar çalınır, yastık kılıflarına doldurulur. Bina amiri Robert Allen’in gözde çocuklarından biri de Pamir’dir . Mükemmel İngilizcesinin temelleri Mr. Allen’ın geliştirdiği bir teknikle oluşmuş. Gençlik dönemi başladığında ise kolejdeyken (bugünkü Boğaziçi Üniversitesi) kız kolejine (bugünkü Robert Kolej) dağdan gidilir.Levent Çiftliği’ne kurtların indiği yıllardır. Sanki kurtlar kızları erkeklerden, erkekleri de kızlardan koruyorlar. Yine de korku birbirleriyle flört etmelerine, sonra da evlenmelerine engel olmaz. Eğlencenin bol olduğu Robert Kolej aynı zamanda güçlü bir kültürel dokuya sahip. Tiyatrolar oynanıyor, okul gazeteleri çıkarılıyor. Pamir Bezmen “Campus” ve “Campus News”un başyazarlığını yapıyor. “İzlerimiz” ve “Spectrum”un da sanat yönetmenliğini üstleniyor.

Bu dönemde Ağababa Şişli’de Atatürk’ün evinin (şimdi müze olan) karşısındaki Ömer Bey Apartmanında yaşıyor. Haldun, Güler Dormenler komşuları. Okula kadar giden yol; Mecidiyeköy’e kadar uzanıyor, sonra hem yol hem yerleşim bitiyor. Karda kışta, Tuncer Karakurt ‘la beraber kayaklar sırtlanıyor ve okula doğru kayıyorlar. Artık çılgın gençlik yılları başlamıştır. Ömer Bey Apartmanı’nda yapılan eğlenceli partiler ailenin çiftliklerinde devam eder.

Bezmenler bir zamanlar, sadece sanayi tesisleriyle değil, çiftlikleriyle de ünlüdür. Kıyafetlerinden çiçeklerine, minyatürlerine kadar farklı bir hayat tarzının olduğu İstanbul’un hem av, hem mesire yeri olarak değerlendirilen güzellikleridir, bu çiftlikler. Ortalarında av köşkleri… Küçük, güzel, şömineli mekânlar.. .

Ailede av sporuna candan bağlı olan, “Üç padişah, bir halife ve on cumhurbaşkanı zamanında yaşamış olan” ve geçtiğimiz günlerde 101. doğum gününü kutlayan Pamir Bey’in dayısı Fuad Bezmen’dir.

Dayısı Fuad Bey Pamir’i centilmenlik prensiplerine bağlı, iyi bir avcı olarak yetiştirir. Büyükçekmece’deki Geren Bağ Çiftliği’nde, Prens Abbas Halim Bey’den av inceliklerini öğrenir. Dayısının av arkadaşları Prens Abbas Halim Bey, Mimar Feridun Kunt, Feyzi Dinamit, Bal Mahmut (Baler) ‘in sohbetlerine katılır.Hekimbaşı ve Levent Çiftliği de av için gidilen harika yerlerdir. Bugün Maslak’ta bulunan İstanbul Teknik Üniversitesi, Harp Akademilerinin bir kısmı, Atlı Spor Kulübü tesislerine ait araziler de sıkça gidilen av mekanları. Ağababa’nın ölümünden sonra çeşitli hayır kurumlarına bağışlanmış.

1950’li yıllar ailelerin yakınlaşmasıyla tanışılıp ömür boyu süren Pamir Bezmen, Karaca Taşkent dostluğunun başladığı, yıllardır aynı zamanda. Anlamlı bir gülümsemeyle anlatılan Yeşilköy’de su , Uludağ’da kar kayağının, Nişantaşı, Dolmabahçe arasında otomobil yarışlarının, yapıldığı delikanlılığın doyasıya yaşandığı yıllar… İlkay Bilgişin ve Güray Zorlu’nun da içinde olduğu Pamir Bey’in Robert Kolej yıllarındaki dostlukları, farklı zamanlarda, mekanlarda, hatta farklı ülkelerde yerini her seferinde başka anılara bırakarak sürer.

1958’de Robert Kolejden Makine Mühendisi olarak ayrılır. Sonra ABD’de Oklahoma State University’de Endüstri Mühendisliği ve Yöneticilik eğitimi alır. “The Labour Situation in Turkey”adını taşıyan tezi oldukça anlamlıdır. Doğduğu yıl olan1936’da sosyal haklar ve sosyal güvenlik açısından ilk iş kanunu çıkarılmıştır. Oysa bu tarihten çok önce, Mensucat Santral’de ölüm, doğum ve evlenme yardımları yürürlükte. Fabrika doktoru var. Günlük yemek listesi işçileri kalori ihtiyaçlarına göre doktor denetiminde hazırlanıyor. İşçi işveren ilişkilerinde yıllar öncesinde deneyim kazanmış bir aileden gelen, tezini de bu konuda yazan Pamir bey sonra kuracağı TASAŞ’ da da uygulamalarıyla öncü olacak, işçileri tarafından çok sevilecektir.

60’larda II.Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan Korusu iskana açılır. O yıllarda Emlak Caddesindeki (bugünkü Abdi İpekçi Caddesi) aile apartmanında oturan Şermin Hanım ve oğlu Pamir korudan bir arsa alırlar. Pamir Bey’in kolejdeyken ayvalarını yediği ağaçların bir bölümü de onların olmuştur. 62’de Şermin Hanımların yazlığı olarak burada yapılan evin bahçesinden Pamir’in çok sevdiği okulunun arazisine bir de kapı açılır. İşte bu ev Şermin Hanımın vefatından sonra çocukların ortak kararlarıyla Nermin ve Pamir Bezmen’in yaşayacakları, yaşatacakları , anıları ve tarihi biriktirip, kayıtlayacakları yer olacaktır.

Pistlere hızlı bir başlangıç

Pamir Bezmen ABD’de master yaparken pistlerde yarışmaya başlar. İlk yarıştığı otolardan biri 1960 model Elva Formula Junior. Sonra Corvette firmasının sponsor olduğu Corvette’le yarışır. Hatta Amerikalılar tarafından “Terrible Turk” diye adlandırılır. Güzel bir otomobilin, hele bir klasiğin her zaman heyecanlandırdığı, Pamir Bezmen otomobil tutkusunu Türkiye’de de sürdürür. Katıldığı pist yarışmalarının sayısını bile hatırlamıyor. Sorulduğunda, “birkaç düzine kupam olduğunu biliyorum” demekle yetiniyor. Saatte 300 km hız yapan otomobiller kanına girmiş bir kez. Öyle ki annesi Şermin Hanım, “Yeter artık, sen araba yarışçısı mısın?  Türkiye’ye dönüyorsun” demese, belki bugün çok tanınmış usta bir pilot olarak anılacaktı.

Ülkemizdeki ralli geleneği Türkiye Turing Otomobil Kurumu ile başlar. Henüz ülke için o kadar yenidir ki, bu sporun adının “ralli” olmasına 1969’da içlerinde Karaca Taşkent, Güray Zorlu, Ahmet Tollu ve Sibel Tanberk’inde bulunduğu ve başkanlığını Pamir Bezmen’in yaptığı Spor Komitesi’nde karar verilir.

Pamir Bezmen’in aile tarihine, kökenlerine olan ilgisi 70’lerde onu Girit’e götürür. İlerde defalarca anlatılıp, gülünecek bir hikayedir, bu. Pamir Bezmen 70’lerde o zamanki eşi Grace, yakın arkadaşı Aldo Kaslowski ve eşiyle birlikte aile evini bulmak üzere Girit’e; Hanya’ya yolculuk yapar. Bir tarif üzerine gider, meydan, ortada çeşme, arkasında camii, sol tarafta kahve ve onun yanında 3 katlı konak. Kapıyı çalarlar, kapı onları kibarca karşılayan Giritli’ye geçmişte dedesinin bu evde yaşadığı anlatılır. İçeri davet edilirler, kahve eşliğinde gözler nemlenir, fotoğraflar çekilir. Arkadaş olunur, bir daha görüşmek üzere vedalaşılır. İstanbul dönüşünde ailenin Girit’ten gelirken beraberlerinde getirdikleri evlatlıkları Nazlı’ya Hanya anlatıldığında. Nazlı gülerek evin Hanya’da değil Kandiya’da olduğunu söyler. Yanlış şehirdeki çeşmeli, camili kahveli konağa gitmişlerdir.

ABD’den dönüşünde, öğrenciliği boyunca yazları çalıştığı dayıları Fuad ve Refik Bezmen’in başında olduğu ailenin şirketlerinde ve Mensucat Santral’de yönetim kurulunda yer alır. Aynı zamanda Türk Ytong Sanayi A.Ş’de kurucu olarak çalışmaya başlar. Üretimde verimi arttırmak için çeşitli araştırmalar yapar ve çok yararlı olur.

Sonrasında TASAŞ(Türk Ambalaj Sanayi) ni kurar. Teneke kutu üretiminin yapıldığı Avrupa ve Ortadoğu’nun en modern bir tesislerinden biridir, TASAŞ.

Aşk hayatı yeniler 
TASAŞ ’ın henüz kurulduğu yıllarda Nermin Bezmen henüz 19 yaşındadır, üniversiteye devam ederken, yönetici sekreter olarak , Pamir Bey’le çalışmaya başlar. Bu tanışmadan kısa süre sonra aşk her iki tarafın da kalelerini fetheder. Tecrübesiz, toy bir geç kızdır Nermin Hanım, Pamir Bey ise evli olgun bir erkek . Pamir Bey; annesinin “hayatının en doğru kararı olur”, diye belirttiği Nermin Hanım’la 6 ay içinde evlenir.

pamir 3 web için

Aşkın cesareti, her şeyi değiştirebilme gücü ve o günden başlayıp günümüze kadar yayılan büyük bir güvenle uzun soluklu bir serüven başlar.

Kızları Pamira doğduğunda 15 günlükken bilinmeyen bir geleceğe yol alır gibi, Marmara’da denize açılırlar. Aylarca İstanbul’a çok uzak olmayan istiridye tarlalarının her yanı kapladığı, balığın bol olduğu ,sessiz adalara demirlerler.S abahları Pamir Bey’in Cevizli fabrikasına gitmek üzere sandalla kıyıya bırakıldığı, gün boyu bebeğine bakan Nermin Bezmen’in akşamları yine aynı sandalla eşini karşıladığı, baş başa yaşanan yalıtılmış zamanlar geçer.

Sonra Manisa fabrikasından dolayı İzmir’e geçilir. Bebekler ikiye çıkmış, Cazım doğmuştur. Bomboş yollardan, zeytinliklerden, dağlardan geçerek ,hafta sonları üstü açık bir arabayla Ayvalık’a gidilir. Bebekler küçük annenin kucağında, battaniyeye sarılı, hızla giderler. “Momentum kanununa göre kâfi derecede hızlı gidilirse içeri su girmez “, der Pamir Bey. Tabii kırmızı ışıkta durunca, yerler yağmuru. Hatta iki bebek yanlarında, çok şık giyinip Fuar’a; Kübana ya da Mogambo’ya giderler. Geç saatlere kadar dans edilir. İnciler daima ışıltıyı açığa vurur.

1977, Pamir Bezmen’in 20 yıl sürecek olan Bangladeş’le dostluğunun, Fahri Başkonsolosluğu’nun başladığı yıldır.

Hayat hızla, kendi dinamiğinde akarken 1980’lerde Pamir Bezmen’in iş hayatı hoş olmayan bir sürece girer. Aile içinde başlayan “ilk ayak oyunları”, giderek büyütülen huzursuzluk sonucunda Cevizli’de iki, Manisa’da bir fabrika devredilir. Pamir ve Nermin Bezmen durup, kenara çekilmeyi tercih eder..Ve aktif iş hayatını bırakırlar. Sonra hiçbir şey kolay olmaz. Yine de ta en eskiden, ilk başladıkları zaman olduğu gibi “Biz el ele verip, bir şeyler yaparız,”derler. Bu kez sancılı ama farklı bir dönem beklemektedir.

Ancak 90’larda da dev kuruluş “Mensucat Santral”in olaylı bir şekilde kapanması aileye büyük darbe olur. Pamir Bezmen’i en çok üzen kaybedilen servet değil, ailenin kuşaklar boyu öncesinden gelen, büyük emek ve fedakârlıklarla yapılanan “adı”nın yıpratılmasıdır.

Bu maddi ve manevi büyük sarsıntı zarifçe, cesaretle taşınır. Çocukların büyümesi, sahip oldukları değerleri yaşatmak, yeniden yeniden mutlu olmak için büyük bir çabaya girişilir.

Yeni bir başlangıcın sesi: “Kurt Seyt&Shura”

Nermin Bezmen o zamana kadar Ağababa’nın torunu, Fuad Bey’in yeğeni ünlü iş adamı Pamir Bezmen’in eşi olarak bilinirken; tüm kökleriyle birlikte “Kurt Seyt & Shura” adlı tarihi romanıyla 92 yılında birdenbire hayatımıza girer. 1916-1918 yılları arasında Kafkasya’nın ve Osmanlının son döneminde geçen bir aşk hikayesini anlatır. Nermin Hanım’ın anne tarafından dedesinin yaşamıdır, konu edilen. Yazım aşamasında tarihe ve köklere ilgisi giderek artan Pamir ve Nermin Bezmen çok emek verirler. 80’lerde şirketlerinin kapanmasının hemen ardından “Tekstilin kaybettiğini tarih kazanır” diyen Pamir Bey sanki o günlerde geleceği tahmin etmiştir. Kâh elinde 1700’lerden kalma bir atlasla gelir, kâh Kırım üzerine çalışan eşine ”Kırım’a gidiyoruz” der. Romanın yakın şahidi, yazarın en büyük destekçisidir. Kurt Seyt & Shura , akabinde Pamir Bezmen’in çevirisiyle Amerika’da yayınlanır. İkisi de Osmanlıca dersi alırlar. Pamir Bey iyice ilerletir ve şu an basım aşamasında olan “Girit Salnamesi”ni çevirir. Hocası Salih Bey’le birlikte haftada bir gün aksatmadan Cağaloğlu’na, Osmanlı Arşivlerine giderler. Bezmen çifti çocukluklarından itibaren sohbetin, dansın, şarkıların ve şiirlerin hararetle paylaşıldığı olduğu ortamlarda büyümüşler, iki tarafın da kültürlerini sofralarına yansıtmışlar. Pamir Bezmen’in “Ben genlerimdeki Giritliliği hep hissederim. Selanikliliği de. Hele Ege kıyılarında karımla oturup, balık, zeytinyağlı otlar, radikalar, stamnagatiler eşliğinde rakı ve ouzo içerken bu özlemim daha da artar”, diye vurguladığı köklerinin lezzetleri söz konusu olduğunda giderek muhteşem bir aşçı olan Nermin Hanım’dan en sevdiği yemeklerden birinin domates ve yumurtayla yapılan Selanik Dolması olduğunu öğreniyoruz. Pazar sofralarında , fava, zeytinyağlı Ege otları, Nermin Hanım’ın dede tarafından gelen havyar blini , tuzlu sardalya ve Pamir Bey tarafından demlendirilmiş rakı ya da sarı votka bulunuyor. Mumlarla aydınlatılmış masa dostlarla paylaşılıyor. Danslar ediliyor, şiirler okunuyor. Şiirler genellikle Nazım Hikmet’ten, okuyansa kendisi de şair olan Nermin Hanım.

Nermin Bezmen’in art arda yayımlanan kitapları, bestseller olur. Resim sergileri açar. Minyatürden, suluboyaya, özgün baskıdan, restorasyona uzanan geniş birikimini yansıtan resimleri her zaman alıcı bulur. Kurt Seyt & Shura’yı bu kez de Romanyalı ninesi Murka’nın hikayesi izler. Chronicle Dergisi’ndeki “Zihnimin Kanatları” köşesinde düzenli olarak okurlarıyla buluşur. Yazarın, Önümüzdeki günlerde basılacak olan son romanı merakla bekleniyor.

Çiftin “en önemli servetimiz “, diye nitelediği 200 yıllık bir kütüphaneleri var. Edebiyat ve tarih ağırlıklı kütüphanede Türkiye’deki birkaç tam koleksiyondan biri Servet-i Fünun koleksiyonu mücevher gibi özenle saklanıyor. On bini aşkın kitabın bulunduğu bu değerli koleksiyonda Girit, Selanik, Balkanlar ve Kafkasya’ya ait zengin bir arşiv söz konusu.

Kitapların yanı sıra tarihi evraklar ve kayıtlar da büyük bir alan oluşturmuş. Ailenin değerlerine sahip çıkılmış. Pamir Bey ‘in çok genç yaşından itibaren biriktirmeye başladığı yazılı kaynaklar, ailenin, uzak ve yakın çevrenin mektupları , kartları evraklarıyla çoğalıp, zenginleşmiş. Dünyada her nereye gidilirse sahaflara, antika kitapçılara girilip saatler geçirilmiş.

Derlemeye çalıştığı Girit ve Selanik tarihi ile ilgili bir triloji üzerinde çalışırken Nikos’un “Lavanta Lavanta” romanıyla tanışır. Girit’teki çok kültürlülüğü konu edinen bu kitabı Türkçeye kazandırır.. Baba tarafı İstanbullu, ana tarafı Giritli olan yazar Nikos Stavrolakis’le Pamir Bezmen arasında güzel bir dostluk başlar.

Nikos aracılığıyla 1944 yılından itibaren bir ören olan Hanya’daki Etz Hayyim Sinagogu restore edilir. “Dünyanın Korunması Gereken 100 Tarihsel Anıtı” kapsamındaki sinagogun 1999’daki açılışına dünyanın çeşitli kurum ve kuruluşlarından üç yüzü aşkın konuk katılır. Açılışa Bezmen çifti de davetlidir.

2000’de yayımlanan“Lavanta Lavanta”nın önsözünde Pamir Bezmen tüm kalbiyle inandığı “barış”ı vurgular; “Keşke artık kavga da, soykırımı da bitse de rahat yaşayıp hayatın zevkine varsak. Ecelimizle ölsek. Mezarlarımızın talan olmayacağı yerlerde gömülsek. Çoluk çocuğumuz da öyle… İsteyen gidip oralarda yaşasa, isteyen buralarda. İnsanlar, devletler, ırklar, dinler arasında barış olsa”, der.

Aynı vurguyu bu kez de organizasyonunu yaptığı Türk Yunan rallileri sırasında tekrarlar.

Çok sevdiği; adalara , komşulara rahatça, sınırsız, vizesiz gidebilmek belki çocuklar, belki de torunlar için mümkün olsa”, diye özlemini dile getirir. Klasik otomobil rallileri hep Yunanlılarla ortak. Ege rallisinde senede bir defa da karşıya geçilip yapılıyor. Co-pilot her zaman Nermin Bezmen’dir.

pamir 5 web içinNostalgia & Fantasia “Tarihte Bir Otomobil Gezintisi”

Pamir Bezmen’in SCCA, Sports Car Club of America’ya üyeliği yarışçılığıyla başlar. Aynı zamanda CCCA, Classical Car Club of America üyesi de olan Bezmen,1991-2007 arasında Antik Dekor dergisinin “Nostalgia & Fantasia” adlı köşesinde yazar.

Bazen çok sevdiği 66 Ford Mustang’le, kimi zaman 59 Corvette’le ya da babası Cazım Bey’den kalan Buick’le, garajının gözdesi, gelini 63 Jaguar’la okurlarını tarih içinde doyumsuz bir yolculuğa çıkarır.

Tarihte Bir Otomobil Gezintisi” Sappho’nun adasına geçip, uluslararası rallilere katılarak sürer. Pamir Bezmen arada bir köşesinde muzipçe sorar; “Otomobiliniz eski mi, klasik mi?”

Okurları klasik otomobillerin ihtişamlı dünyasında dolaştırır, estetikle tekniğin mükemmel birlikteliğine götürür..

Ayrı kökenlerden gelip, İstanbul’un aynası kültür mozayiğini yansıtan, bir çatı altında birleştirip zenginleştiren, hayatı tüm incelikleriyle, aşkla paylaşan ev sahiplerinden Pamir Bezmen’i geçtiğimiz aylarda kaybettik.

Şimdi gün dönüyor. Zaman kendi yolunda salınmayı sürdürüyor. Fıstık çamlarının rengi giderek koyulaşıyor. Boğaz’ın ışıkları tek tük yanmakta. Akşam oluyor. Nermin Bezmen’le vedalaşıyorum. Yavaşça merdivenlerden iniyorum..

pamir 4 web için

Fuad Bezmen, Bir Duayenin Hatıratı, Derleme Nermin Bezmen, PMR Yayınları, 2002

Lâvanta Lâvanta, Nicholas Stravroulakis, Çeviri; Pamir Bezmen, PMR Yayınları, 2000

Antik Dekor Dergisi, (1991- 2007 )

Aşağıdaki kaynaklar Pamir Bezmen’in bizzat katıldığı etkinliklerdir.

Tarih Vakfı “Tarihe Tanıklık Edenler Panel Dizisi, 31Aralık 1994”, “Varlık Vergisi”

Tarih Vakfı “Tarihe Tanıklık Edenler Panel Dizisi, 27 Ocak 1994”, “Türkiye’de İlk Sanayiciler”

Türk İktisat Tarihi Seyir Defteri” adlı belgesel film, 1992.Yönetmen Enis Rıza, Yapım; VTR  

Tanıklıklar:

Karaca Taşkent, İlkay Bilgişin, Aytaç Manço, Güray Zorlu, Tuncer Karakurt, Sibel Tanberk, Haldun Dormen.

Melih Gürsoy

Melih Gürsoyİzmir mozaiğinde belirgin taşlar”dan biriyle, iş adamı Melih Gürsoy’la tanışmak üzereydim. Kendisi aynı zamanda ekonomi ve kent tarihi araştırmaları da içeren 8 kitabın yazarıydı. Tedirgindim. Genellikle iş adamı duruşu mesafe almayı gerektirir. Kaygılarımı haklı çıkarırcasına masanın üzerinde bir dosya beni bekliyordu. İçimden dosyayı bana verip görüşmeyi bitireceğini düşündüm. Oysa ki dosya yalnızca o kuşağın disiplin anlayışının yansımasıydı ve anlatacaklarının planını içeriyordu. Kayıt başladı. Zaman ilerledikçe şanslı bir tanıklığın tam ortasında bulunduğumu fark ediyordum. Tedirginliğim hafiflemişti. Artık çok katmanlı bu romanın okundukça cezp eden, merak uyandıran sayfalarını çevirmeye başlayabilirdim.

Melih beyin baba tarafından ailesi; Türkmen boylarından gelen dedesinin babası Halil Ağa’ya kadar uzanıyor.

Dedesi Hacı Veli Efendi, Halil Ağa’yla birlikte Afyon’un Şuhut kazasına yerleşir.Burada çok büyük tarlalar alıp, afyon ekimine ve ticaretine başlarlar. ilk eşi geride 7 çocuk bırakarak ölen Hacı Veli Efendi daha sonra Melih Gürsoy’un babaannesi olacak İsmet hanımla evlenir. İsmet hanım Sandıklı’da çıkan bir isyanı bastırmak üzere gelip orada yerleşen bir kolağasının kızıdır. Bu evlilik dolayısıyla doğan üç erkek çocuktan biri, Melih Gürsoy’un babası Sami Gürsoy’dur. Hacı Veli Efendi 19. yüzyılın sonlarına doğru İzmir’de bir şirket kurar. Artık sadece hasat zamanlarında Şuhut’a gitmektedir. Sami Gürsoy ve diğer oğulları İzmir de yetişerek peynir imalatına ve ticaretine başlarlar. Amerika’ya dahi ihracat yapacak kadar işlerini büyüten bu girişimci büyükbabanın adı 19. yüz yıl kitaplarında İzmir’in büyük tüccarları arasında geçiyor.

Hacı Veli Efendi’nin Şuhut’taki konağı Kurtuluş Savaşı sırasında hem Atatürk tarafından karargah hem de bir süreliğine hastane olarak kullanılır. Halen ayakta olan bina günümüzde müzeye dönüştürülmüştür.

Anne tarafı ise daha eski İzmirlidir. İstanbul’da asker kökenli bir ailenin oğlu, annesinin dedesi Rıza Efendi; İzmir eski belediye başkanı ünlü Eşref Paşa’nın küçük kardeşidir. Eşref Paşa günümüzde halen adını verdiği semt ve yapımına katkıda bulunduğu İzmir’in sembolü Saat Kulesi’yle anılıyor.

Aile geleneğine uyarak asker olan Rıza Bey bir süre sonra mesleğini bırakır ve İzmir’e yerleşir. Babasından aldığı bir miktar parayla ve kendi birikimleriyle kısa zaman sonra İzmir’in genç işadamları arasına girer. Bir süre sonra da Eğriboz adası İstefe göçmenlerinden Bektaşi Şemsi Baba’nın kızı Safiye hanımla evlenir.Şemsi Baba günümüze kadar gelen İzmir Yağhaneler semtindeki dergahın ilk postnişinidir.

Melih beyin dedesi yani annesinin babası Hüsamettin Bey bu evlilikten doğar.

Hikayenin perde arkasını ve devamını Melih beyden dinleyelim:

Aile büyüklerimizin anlattığına göre Rıza beyin yani annemin dedesinin ağabeyi Eşref Paşa Bağdat Valisi olarak bir nevi sürgüne gönderilir.

Fakat bir süre sonra hem askerlikten hem de valilikten istifa ederek, İzmir e küçük kardeşinin yanına gelir. Rıza bey 1877 yılında Rus-Kırım savaşına katılır, 1 yıl sonra da geri döner. 1882 de ölür ve bektaşi olmamasına rağmen ve kayınpederi Şemsi Baba’nın dergah mezarlığına gömülür. Dedem Hüsamettin Bey babası Rıza Bey öldüğünde 13 yaşındadır, diğer iki kardeşi ondan da küçüktür. Babaları ölünce çocukların velayeti ve Rıza beyden kalan mülkler amcaları Eşref Paşa’ya geçer

Dedem Hüsamettin bey 17, 18 yaşına geldiğinde; amcasına karşı gelir. Babalarının mülklerini iyi yönetemediğini, hatta sattığını iddia eder. Bir yıl içinde Eşref Paşa’nın etkisiyle askere alınır. Padişahın muhafız alayındadır. Alayın başında Avusturyalı bir subay vardır. Alayın Abdülhamid’e suikast yapmak üzere eğitildiği haberinin yayılması üzerine 300 kişi Yemen’e sürülür. Hüsamettin dedem giderken kuşağının içinde altın götürmüş. Askeri doktorlara borç veriyor. O sayede geçici olarak hastanede kalmasını izin veriyorlar. 7 yıl sonra 300 kişiden yalnızca 20 kişi geri dönüyor.

1895 yılında dedem İzmir’e döndüğünde 26 yaşında. Babasının yaptırdığı Rıza Bey Hanı’nı, kalan mülkleri Eşref Paşa’dan alır ve baba mesleği toptan yaş meyve ve sebze ticaretine başlar. Bu arada Girit’ten İzmir’e göç etmiş Baysoy ailesinden anneannem Şadiye hanımla evlenir.”

Hacı Veli Efendiyle, İsmet hanımın oğlu Sami Gürsoy’un, Hancı Hüsamettin beyle, Şadiye hanımın kızı Azize hanımla evliliğinden 1924 de Melih Gürsoy dünyaya gelir. Bu, çok sık dokunmuş aile zemini üzerinde şekillenen Melih beyin hikayesinin ilk belirgin durağı İstanbul olacaktır.

Melih Gürsoy İzmir’de Hakimiyeti Milliye ilkokulunu bitirdikten sonra Karataş ortaokuluna devam ederken, babası çocuklarının geleceğini düşünerek İstanbul’a yerleşmeye karar verir. İşyerinin bir şubesi de orada olacaktır. Böylece İstanbul Moda’da Mühürdar caddesindeki evde Melih beyin hayatında bir başka dönem başlar.

Ortaokulu Haydarpaşa lisesinde bitirir. Sonra da liseyi Kabataş’ta okuması için kaydı yapılır. Okulun açılmasına iki gün kala, bir akşam evlerine gelen misafirlerin bir arkadaşı olan ve aslında tesadüfen orada bulunan bir zat sayesinde bütün planlar değişir. İhsan bey, Robert Kolej’lidir. Gencin eğitimini mutlaka Robert Kolej de sürdürmesi için ısrar eder. O sırada her şeyden habersiz odasında roman okuyan Melih’in de fikri sorulur. Gecenin sonu geldiğinde Robert Kolej’e gitmesi kesinleşir.

1938 yılında itibaren başlayan “Kolej Yılları” bir kulübün üyesi olmaktan çok öteye geçen dostlukları ve büyük bir deneyimi de beraberinde getirir..

Geriye dönüp baktığımızda Melih beyin deneysel,yenilikçi, cesaret dolu kişiliğine dair ipuçlarına bu yıllarda rastlarız:

Geleceğin mühendisi Melih Gürsoy marangozluk dersinde kendisine kırmızı yelkenli bir kano yapar. Üç yaz boyunca bu bez bot Moda koyunun sembolü haline gelir.

1943 yılına gelindiğinde okul eğitiminin yetersiz olduğu üzerine bir söylenti çıkar. Babalarını razı edebilenler o yaz Amerika’ya gitmeyi ve eğitimlerini orada sürdürmeyi ister.

Melih Gürsoy da gitmeyi çok istemektedir. Konuyu babasına açar.

İkinci Dünya savaşının en sıcak günleridir. Sami bey, oğlunun gitmesini hiç istemez, caydırmak için de elinden geleni yapar. Oysa genç Melih tıpkı kendisi gibi düşündüğünü yapan biridir. Bu sessiz mücadele aynı yılın temmuz ayında Haydarpaşa Garı’nda noktalanır.

Bundan tam 66 yıl önce uzun bir yaz gününde başlayan yolculuğu Melih Gürsoy’dan dinleyelim:

Bizden önce 5 kişilik bir grup İskenderiye’ye ve kısa süre sonra da bir uçakta yer bulup, Amerika’ya gitmişlerdi. 19 yaşındaydım. Kolejden benden 2 yaş büyük Tahsin Çiftçi’yle birlikte gidecektik. Aynı güzergahı izleyecektik. 1943’ün temmuzunda uğurlama merasiminin ardından Bağdat Ekspresi’yle Haydarpaşa Garı’ndan Halep’e hareket ettik. Halep’ten sonra kah trenle kah otobüsle yolculuk ederek İskenderiye’ye vardık. Bir hafta kadar Amerika’ya gidecek uçaklarda yer aradık. Uçaklar sadece izinli ya da yaralı alıyordu, siviller için yer bulmak çok zordu. Biz yine geriye dönüp Bağdat’ın yolunu tuttuk.

Bulunduğumuz otelin balkonundan Nehir üzerindeki liman tesisleri açıkça görülüyordu. Ekseri günler gemiyle Rusya’ya harp yardımı olarak gelen Amerikan yardımlarını sayardım; her gün 40-45 GMC kamyon; içi tamamen silah dolu olarak gemiden iner ve Rus askerlerine ve şoförlerine teslim edilir sonra da Rusya’ya doğru yola çıkardı. Bağdat’ta iki hafta kadar kaldıktan sonra Bağdat hava meydanından uçak bulma ümidini tamamen kesmiştik. Tahsin’le beraber Bağdat’tan ayrılıp Basra’ya gitmeye karar verdik. Basra o sırada tamamen İngiliz işgali altındaydı fakat hava meydanı kenarındaki Shatt-ul-arab otelinde daha ziyade Amerikan subayları kalıyordu. Biz de bu otelde kalmaya başladık. Uçak acentasının oyalamalarına rağmen Basra’dan da Amerika’ya uçak bulamayacağımızı anlamıştık. Yaralı Amerikan askerlerinden, tatile giden askerlerden, hatırlı sivillerden bize sıra gelemiyordu. Şileple gitmeye karar verdik. Her gün Basra’ya Amerikan Liberty şileplerinden birkaçı geliyor, harp malzemelerini boşalttıktan sonra dönüyorlardı. Bu şileplerden birinde bir kamara bulduk. Ancak bu şilepler Basra’dan Bombay’a gidiyor, oradan yük alıp, konvoyla birlike Ümit Burnu’ndan Afrika kıtasını dolaşıp Atlantik Okyanusu yoluyla Amerika’ya ulaşıyordu.

Günlerce süren deniz seyahatinden sonra Bombay’a ulaşmıştık. Üç, dört gün sonra gemimiz yükünü aldı. Sonra bir gece Amerikan Muhribi korumasında 20 civarında Amerikan Şilebinden oluşan uzun bir konvoyla yola çıktık.

Bombay’dan ayrıldıktan sonra güverteden muazzam bir patlama sesi duyuldu. Konvoydaki şileplerden birisini Japon denizaltıları torpillemişti. Çok korktuk. Bu arada Amerikan muhripleri durmadan denizaltı bombaları atıyorlardı. Gece kaptan bir açıklama yaptı. Konvoyu kaybetmişlerdi. Basra’ya dönüp yeni bir konvoya katılma talimatı alınacaktı..”

Melih’le Tahsin’in Amerika’ya gidiş macerası böylece son bulur.

Kolejden mezun olanların büyük bir çoğunluğunun ABD’de master yapmaları, sonrasında da mensubu oldukları aile şirketlerine katılmaları neredeyse gelenektir.

1944 yılında makine mühendisi olarak koleji bitirmesine bir yıl kala Melih Gürsoy sanki bu geleneği kırmak, geleceğini farklı kılmak için büyük bir arayışa girer.

1932 yılında Celal Bayar’ın Başbakanlığı sırasında yayınlanmış “Türkiye’nin İkinci Beş Yıllık İktisat Programı” nı bulur. Günlerce süren incelemelerden sonra 16 şehirde “Soğuk Hava Depoları” ve “Buz tesisleri” kurulacağına dair planlamayı fark eder. Günümüzün uzmanlaşmış kariyer planlamacılarını bile gölgede bırakan

bir öngörü ile çok erken yaşta lisansüstü derecesini “Soğutma Tekniği” konusunda almaya karar verir.

Teksas Üniversitesi Mühendislik Bölümü dekanı Profesör Woolrich’in Soğutma Tekniği konusunda çok tanınmış bir öğretmen olduğunu öğrenen Melih bey hemen başvuruda bulunur. Yalnızca 4 kişinin alınacağı bu bölüme kabul edilir.

1946 yazından itibaren eğitimine burada devam eder. Bir kısa yaz sömestri, iki normal sömestr sonunda Haziran 1947 de, yüksek notlarla, lisansüstü, diplomasını alır.

Okul bitince Profesör Woolrich’in de yardımı ile Edinburg Teksas’ta günde 300 ton buz imal eden bir fabrikanın montajında çalışmaya başlar. Sonra da Profesör Woolrich’in önermesiyle Dallas’ta yapılacak (o dönem dünyanın en büyüğü) “Soğuk Hava Tesisi ve Buz Fabrikası”nın inşasında başmühendis asistanı olarak çalışır.

1949 yılı bitmek üzereyken tesis işletmeye açılır. Melih Gürsoy eğitimini tamamlamış “soğutma tekniği” konusunda deneyimli bir uzman olarak İstanbul’a ailesinin yanına döner.  İzmir’de bu konuda teknik danışmanlık yapmak ve proje bürosu açmayı düşünmektedir.

Ancak bir akrabanın önerisiyle iş hayatına farklı bir başlangıç yapar ve Ankara İller Bankasında çalışmaya başlar. O sırada bankanın genel müdürü; sonradan iş dünyasının çok yakından tanıdığı Hulki Alisbah’tır. 3 ay birlikte çalışmalarından sonra, Hulki bey, Ankara’da bulunan Koç Ticaret Türk Anonim Şirketi’nin Genel Müdürlüğüne geçer. Grubun iş alanlarının genişlemesine öncülük eder. Bir çok yeni şirketin kurulmasını sağlar. Koç Holding’in ilk kuruluş projesini hazırlar.

Ankara’da bulunduğu sıralarda Melih Bey bir süre otelde kalır, öğle ve akşam yemeklerini de meşhur Karpiç’de yer. Ankara’nın simgesi, dönemin ünlü simalarıyla anılan lokantada Baba Karpiç o yıllarda herhalde 70 yaşın üzerindedir. Beyaz uzun ipek ceketiyle dolaşır, müşterileriyle yakından ilgilenir. Hatta güzel bir hanım müşteri görünce, ona özel bir meyve tabağı gönderir. Bir akşam yemeğinde gelir, Melih beyin masasına oturur. Kim olduğunu, nerede çalıştığını öğrendikten sonra, “Bakıyorum sen hiç içki içmiyorsun,” der. Melih bey içkinin tadının hoşuna gitmediğini söyler. Karpiç “Dur ben sana bir içki yapayım, bakalım beğenecek misin?” diyerek garsonlardan özel votkasını, biraz limon ve şeker şurubu, bolca buz ister. Karpiç bir bardağa 2, 3 parmak kadar votka koyar, üzerine bir miktar limon suyu ve onun üzerine de şeker şurubu döker ve bol buz ekler. “Hadi iç bakalım, bana da nasıl bulduğunu söyle,” Melih Gürsoy bir yudum alır. “Enfes”, der. Sonradan bu lezzet yıllarca vazgeçilmez olacaktır.

Banka, Karpiç ve otel arasında hayat sürerken bir akşam dayısı Hamit beylere yemeğe gider. Yıllardır görüşmediği teyzesinin kızı Nevhiz hanım ve eşi Şahap bey (Kocatopçu) da oradadır. Otelde kaldığını öğrendiklerinde, evlerinde konuk etmek için çok ısrar ederler. Melih Bey de bir süreliğine kabul eder. Böylece bu yeni üçlünün yaşamında güzel anılara dönüşecek günler başlar.

1950 yılının başlarında Toprak Mahsulleri Ofisi bünyesinde yeni bir bölümün Et ve Balık Soğutma tesislerinin kurulması yapılması için faaliyete geçtiği haberleri gazetelerde yer almaya başlamıştır. İşin projeleri için  Menges adında bir Amerikan firmasıyla anlaşmaya varılmıştır. Melih Gürsoy 20 yaşında “Türkiye’nin İkinci Beş Yıllık İktisat Programı” nda 16 şehirde “Soğuk Hava Depoları” ve “Buz Tesisleri” kurulacağına dair planlamayı fark ederek uzmanlığını bu konuda yapmıştır.

Hulki Alisbah Melih beyin genç bir adamken büyük bir öngörüyle yaptığı seçimin hikayesinden habersiz, Toprak Mahsulleri Ofisi bünyesinde yer alacak projenin başındaki genel müdür muavini Ekrem Barlas’a Melih Gürsoy’un parlak başarılarından ve Amerika’da yaptığı uzmanlıktan söz eder. Karşılıklı görüşmelerden sonra işe başlayan Melih bey bir iki gün içinde bu tesislerin alım heyetiyle birlikte makine ve teçhizat satın almak üzere Frankfurt’a hareket eder. 16 fabrikayı kapsayan söz konusu satın alma için Marshall planı dolayısıyla Amerika’dan karşılıksız alınan 20 milyon dolar harcanır. O yıllarda resmi sektör için yapılan en büyük alımdır, bu. Yurda döndüklerinde CHP iktidarı yerini Demokrat Parti iktidarına bırakmıştır.

1952 baharında Çeşme soğuk hava deposunun montajı tamamlanmak üzeredir. Bu tesis için İzmir’e giden Melih bey, yengesi tarafından övgüyle söz edilen genç bir kızı görmek ister. Her gelişinde çeşitli senaryolar hazırlanmış fakat bir türlü görüşülememiştir. Artık evlenmek istemektedir.

Melih_Gulen_Dügün2 web için

Henüz Amerikan Kız Koleji son sınıfta okuyan incecik, genç, güzel Gülen hanımın gözleri Melih Gürsoy’u ilk anda büyüler. Tanışmanın ardından 1952 aralık ayında evlenirler. Bu yeni evli çift uzun süre Ankara’nın çok renkli sosyal hayatının ayrılmaz bir parçası olur

Et Balık tesislerinde 3.5 sene çalışan Melih beyin 1944 yılında kurduğu hayaller adım adım gerçekleşmektedir. On altı fabrikanın kurulumu bitmiş ve her biri işletmeye açılmıştır.

Melih bey yıllar önce kurduğu hayallerini adım adım gerçekleştirmiş kısa sürede alanında rakipsiz bir uzman olmuştur.

Çalışmayla geçen askerlik sonrası Ankara’dan İzmir’e taşınmaya karar verirler. 45 günlük kızları Güniz’i de alarak İzmir’e dönerler. İzmir’de Toprak Mahsulleri Ofisine bağlı Alsancak Silosu yapımında kontrol mühendisliği yapmaya başlar. Aynı zamanda proje ve teknik danışmanlık bürosunu açar.

Hayatları yeni heyecanlarla sürüp giderken Melih Gürsoy’un 10 yıl önce tanıştığı Teksas Üniversitesi Mühendislik Bölümü Dekanı Profesör Woolrich 1956 yılında Orta Doğu Üniversitesi İlk Rektörü olarak atanır. Bu hoş tesadüf büyük sevinç yaratır. Aynı yıl İzmir’e, Gürsoy çiftine misafir olur.Israrla Orta Doğu Üniversitesinde Soğutma Tekniği dersini bu başarılı öğrencisinin vermesini ister. Ancak Melih bey ve eşi İzmir’den ayrılmayı düşünmezler.

Ankara yolunda Belkahve de Nato Atom Karargâhının tüm mühendislik işine başlar. Bu bina Nato görevlileri (yaklaşık yüz kişinin çalıştığı) için tasarlanan modern bir sığınaktır. Bir vadiye oyulmuştur. Orada hava filtre, ısıtma, soğutma sistemlerinin projesinin başında 10 ay çalışır ve kazandığı parayı ilk şirketi için sermaye yapar.

Tüm bunlar yaşanırken aileye, Müge katılır

1963 de ilk şirketi “Olgu”yu kurar. Türkiye’nin iki büyük ithalatçısı Transtürk firmasından Fuat Süren ve Burla Biraderlerden Eli Burla’yla ortaktırlar. Ekonomiye büyük katkı sağlayan “Olgu” Ege bölgesinde tektir.

İşleri büyüyüp gelişmektedir ,ancak başka firmaların da İzmir’e gelip yatırım yapmalarına çabalar. Koç grubuna bağlı kamyon firması BMC merkezi için yer arayışındadır. Melih Gürsoy’un sanayi odası adına hazırladığı bir raporun sonucunda 1964 de Melih Özakat’ın ve Reginald Galia’nın çalışmalarıyla BMC İzmir’de kurulur. Aynı zamanda da birçok atölyenin, küçük işletmenin gelişmesine hatta İzmirin en büyük fabrikaları haline gelmesine yol açar.

1968 de Melih bey Maksaş Makine Sanayi’ni kurar. Önce “volan kayışı” sonra da “hava kompresörü” üretimine başlar. Almanya ve İngiltere’den on kadar kompresör ithal eder. Bunları söker ve her birinin en kaliteli iyi parçalarını birleştirir. Ortaya ithal ettiklerinin tümünden çok daha yetkin bir kompresör çıkar. “Lupamat” kompresörleri bütün Türkiye ve Avrupa pazarında satılmaya başlar.

1975 de “Santur” adlı dış ticaret firmasını 1978 de “Kompaş”, 1980 de ikinci fabrikası Pnöso izler. Aynı yıl bir başka fabrika da devreye girer.

1980 de Türkiye’den tanınmış yirmi beş işadamı Almanya’ya davet edilir. Bu seyahat Melih Beyle, Şarık Tara arasında yıllar sürecek dostluğun ve işbirliğinin başlangıcı olmuş, dönüşte de “Enka-İzmir” kurulmuştur. Şirket uzun süre ihracatta birinci gelir, sektörde liderliği elinde tutar.

1980 yılında New York’ta yapılacak bir konferansa Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi tarafından konuşmacı olarak davet edilir. Gittiğinde büyük bir sürpriz onu beklemektedir. New York Üniversitesi profesörlerinden Dankwart Rustow’dan öğle yemeğinde birlikte olmak üzere bir not alır.

Bu enteresan buluşmayı anlatmasını Melih bey den rica ettim:

Dankwart Rustow adını görünce hemen aklıma 1941-42 yıllarında Kadıköy, Mühürdar Caddesinde, bize yakın oturan Profesör Rustow ve 17-18 yaşlarındaki oğlu Dankwart geldi. Bütün dünya ekonomistlerinin çok yakın tanıdığı, pek çok kitabın yazarı olan profesör Rustow anti-nazi olduğu için, 1938 yılında Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve İstanbul Üniversitesinde profesör ünvanıyla çalışmaya başlamıştı. Bir yıl sonra da henüz 15 yaşındaki oğlu ın da Türkiye’ye kaçmasını sağlamıştı Galatasaray Lisesine devam eden Dankwart’la Kadıköy’de, kısa sürede arkadaş olduk. Ben Amerika’ya gidinceye kadar hafta sonlarında ve tatillerde hep görüştük. Sonra onlar da ailece Almanya’ya döndüler. Yıllar geçmiş bu konferans anılarımızın tazelenmesine aracı olmuştu.”

1923’de yeni cumhuriyetin ekonomi politikasının temellerini atan İzmir İktisat Kongresinin ikincisi 1981’de yine İzmir’de yapıldığında Melih beyin “İhracatı Arttırma” üzerine tebliği büyük ilgi görür.

Uzun yıllar İzmir Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası, sonra da İzmir Sanayi İhracatçıları Derneği ve İktisadi Kalkınma Vakfı’nda aktif görevler üstlenir. 28 yıl boyunca Pakistan’ın Fahri Konsolosu ünvanını taşıyan Melih Gürsoy; Pakistan Cumhurbaşkanı tarafından “Sitara-i-Quaid-i-Azam” (Pakistan devleti kurucusu Muhammed Ali Cinnah’ın yıldızı) nişanıyla onurlandırılır.

2000 yılı geldiğinde, Melih bey 76 yaşındadır. 2001 de Türkiye’nin büyük bir ekonomik krize gireceğini sezer ve iş hayatından çekilmeye karar verir.

İş hayatının yanı sıra , çok erken yaşta Robert Kolej “İzlerimiz” dergisiyle başlayan yazarlık serüvenine, “Yeni Sabah”, “İktisadi Yürüyüş” le ,1990 dan sonra da “Barometre” ve “Dünya” gazetelerinde devam eder.

Ekonomi ve ekonomi tarihi üzerine okumak, düşünmek, analizler yapmak her zaman Melih Gürsoy’un gündemindedir. Arkadaşları arasında yaygın olan “Türklerin ticareti sevmediği ve azınlıklara devrettiği” tezinin tam anlamıyla araştırılmadan savunulduğunu fark eder.. Kuşaklar öncesinden beri ailesinin yaşadığı, doğduğu şehrin ekonomi tarihini araştırmaya karar verir . Londra British Library, New York Library ve İzmir Milli Kütüphanede günlerce çalışır. Washington da eski İzmir konsolosu, yakın arkadaşı Miss Elaine Smith sayesinde Library of Congress in LC Admiral Briston Collection ve Rare Books bölümünde bulunan bazı belgelerin fotokopilerine ulaşır. Bir tarihçi titizliğiyle dört yüzün üzerinde makale ve belge tarar. 3 yıl süren bu değerli çabanın ürünü “Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz” 1993’de böylece ortaya çıkar.

Bundan hemen hemen 6 yıl sonra da “İzmir Mozaiğinde Belirgin Taşlar” yayımlanır. Melih bey, bu kez de kendisiyle birlikte İzmir ekonomisi içinde değerlendirilen 220 farklı kişinin, aile tarihlerini ve ticaret serüvenlerini aktarır.

melih gürsoy son dönem web için

Neredeyse bir tez gibi hazırlanmış bu kitaplar kütüphane raflarında yerlerini çoktan aldılar. Henüz çıkan “Ekonomik ve Finansal Krizler – Dünü ve Bugünü” kitabı büyük ilgi gören Melih Gürsoy halen İzmir’de yaşamakta. kaybettiği eşi Gülen hanımın yokluğunu biraz olsun hafifleten sevgili ailesi; Güniz, Müge, Cengiz, Semih ve yaşam kaynağı; torunları Deniz’le, Defne’yle mutlu bir yaşam sürmüştür. 2016 Martında hayatını kaybetmiştir. Özlemle ve saygıyla anıyoruz.

  • Dünyadaki Büyük Ekonomik Krizler ve Türkiye Ekonomisine Etkileri ,1989
  • Hava Kompresörleri ve Basınçlı Hava Tekniği, 1991
  • Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz,1993
  • Bir İşadamının Köşe Yazıları,1994
  • Havanda Su Dövüyoruz, 1996
  • İzmir Mozaiğinde Belirgin Taşlar, 1999
  • İşkolik, Roman, 2007
  • Ekonomik ve Finansal Krizler – Dünü ve Bugünü, 2009

KUTU

Melih Gürsoy’un 1993 de yayımlanan “Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz” kitabından bir kesit:

İzmir’e gelen İngiliz konsolosları arasında en tanınmışı muhakkak ki Paul Rycaut idi. 1667-1678 yılları arasında 11 yıl İzmir’de İngiliz Konsolosu görevini yürütmüş olan Paul Rycaut, Türkiye hakkında eserler yazmış ve Türkiye’nin o yıllarda dünyaya tanıtılmasına yardımcı olmuştur.

Paul Rycaut, Londra’da Stocks’ta bir ailenin 13 çocuğunun 11’incisi ve 10 erkek evladın en küçüğü olarak 23 Aralık 1629’da doğmuştu. Babası Peter Antwerpli bir tüccardı ve 1600 yılında Londra’ya gelerek yerleşmişti.

Paul Rycaut ilk ciddi işini ancak 30 yaşına geldiği zaman alabilmişti. Winchilsea III. Earl’ü Heneage Finch’e özel sekreter olmuştu. Heneage Finch İstanbul’a elçi olarak tayin edilince Paul Rycaut’u da beraberinde özel sekreter olarak getirdi. Daha evvel belirttiğimiz gibi o yıllarda İngiltere elçileri kraliyet tarafından tayin ediliyor, fakat maaşları Levant şirketi tarafından veriliyordu. Elçiler beraberlerinde iki sekreter bulunduruyorlardı. Birinci sekreter Levant şirketi tarafından tayin ediliyor, elçinin yokluğunda onun yerine bakıyor ve yüksek ücret alıyordu. İkinci sekreter ise elçi tarafından tutuluyor, ücreti elçi tarafından karşılanıyor ve daha düşük ücret alabiliyordu. Rycaut, elçinin aldığı sekreter olarak İstanbul’a geliyordu ve birinci sekreter Robert Bargrave adında bir gençti. Robert Bargrave Londra-İstanbul yolunda ateşli bir hastalığa yakalandı ve İzmir’de öldü. Bunun üzerine Haziran 1661’de Rycaut birinci sekreterlik görevini de üstlendi ve 6 yıl boyunca istanbul’da her iki işi birden yürütü.

Rycaut İngiltere’nin İzmir konsolosluğunu tayin olur, Konsolosluk maaşını Levant şirketinden alıyor ve o şirketin işlerini takip ediyordu. Salgın hastalıkların getirdiği ölümler dolayısıyla bu bölgeye Londra’da vasiyetlerini hazırlayarak geliyorlardı.

Paul Rycaut’un birinci kitabı, Osmanlı hükümetini ve Osmanlı halkının yaşayışını anlatan ve üç kısımdan oluşan bir kitaptı. Kitabın birinci kısmı Osmanlı Anayasası’nı, yöneticilerin yetişme şekillerini ve merkezi hükümetle eyaletler arasındaki bağlantıları ele alıyordu. İkinci kısım dini ve moral konuları ele almıştı. Üçüncü kısım ise Osmanlı ordusunu ele alıyor ve bu ordu hakkında bilgi veriyordu.

Paul Rycaut’un İzmir’de konsolos olarak bulunduğu sırada yazdığı ikinci kitabı, günümüze kadar gelen dönmelik olayını başlatan Sabbati Zevi hakkında yazdığı kitaptır. 1619 yılında Londra’da yayımlanan Üç Meşhur Sahtekarın Tarihi adlı kitabında Paul Rycaut olayı şöyle anlatıyor.

1626 yılında İzmir’de zengin bir Musevi işadamının oğlu olarak doğan Sabbatai Zevi, akli depresyon içinde bir hayalciydi ve 1650 yılına gelindiğinde kendisinin bir Mesih olduğunu, kurtarıcı olduğunu iddia etmeye ve İzmir’de Museviler arasında problem yaratmaya başlamıştı. Bu hareketleri o kadar ileri gitmeye ve öyle müritler bulmaya başladı ki İzmir’deki Musevi dininin yöneticiler, hahamlar, kendisini şehirden kovmaya, İzmir’den uzuklaştırmaya mecbur kaldılar. 1650 yılında Ortadoğu’ya, Suriye Filistin bölgesine giden ve bu bölgede aynı iddialarla başıboş dolaşmaya başlayan Sabbatai Zevi, bir süre sonra kendisine Gazalı Nathan’ın tanıtım propagandalarıyla sahte mesih Sabbatai Zevi’nin müritleri birdenbire çoğaldı, artmaya başladı. Ünü bütün dünyaya, İngiltere’den Batı Avrupa’daki Museviler’e, bütün Osmanlı topraklarına ve tabii bu arada Ortadoğu’ya yayıldı. Bazı iddialara göre Avrupa’daki müritlerden bir kısmı vapur kiralayarak, toplu gruplar halinde Ortadoğu’ya kendisini görmeye gitmeye başlamışlardı.

Sabbatai Zevi 1665 yılı yaz sonunda tekrar İzmir’e döndü ve bu tarihten sonra geçen 4 ay içinde İzmir Peygamber Zevi’nin merkezi oldu. Olaylar kitleler halinde yollarda histerik günah çıkartma sahnelerine dönüştü ve hızla tüm Musevi dünyasına yayıldı. 1665 yılında karadan İstanbul’a gitmek üzere ayrıldığında, Musevi topluluğunun büyük çoğunluğu padişahın Zevi lehinde bazı haklar tanıyacağına inanıyordu. Fakat daha İstanbul’a varmadan tutuklandı ve İstanbul’da hapsedildi. Önceleri müritlerin kendisini görmelerine izin verilmiyordu, fakat kısa bir süre sonra Köprülü Ahmet Paşa’nın kendisi ile hapishanede yaptığı bir konuşma üzerine müritlerinin kendisini ziyaretine izin verilmeye başlandı. Bir kral edasıyla peygamber olarak, müritlerini hapishanede kabul ediyor ve onlara ne yapmaları veya yapmamaları gerektiğini bildiriyordu. Ortalığı çok fazla karıştırmaya başlayınca Eylül 1666’da padişah, kendisini Edirne’ye getirtmek zorunda kaldı. Padişahın önüne geldiğinde balonu tamamen sönmüş ve korku içinde kalmıştı. Kendisinden ıstıraplı bir ölüm ile derhal Müslümanlığı kabul etmesi arasında tercih yapması istendiğinde, hiç düşünmeden Musevi başlığını çıkartıp attı ve Müslümanlığı kabul ederek başına sarığı geçirdi.”

A. Handan Yalvaç 

Eylül, 2009