Güneş Karabuda

Güneş Karabuda , 1950’li yıllarda önceleri gazeteci ve foto muhabiri olarak Avrupa basınında çalıştı. 1961 yılında gazeteci- yazar eşi Barbro ile İsveç Devlet Televizyonu için belgesel filmler yapmaya başladılar. 1966’da dünyada ilk kez gerçekleştirilen “Hac” belgeseli onun imzasını taşır. Dünyanın pek çok noktasını belgelemiş, pek çok diktatör, politikacı,  sanatçı ve kültür adamına kamerasını yöneltmiş Güneş Karabuda’ya biz de mikrofonumuzu tuttuk.

Ailenizi tanıyarak başlayalım, isterseniz:

Baba tarafım ve anne tarafım çok değişik iki aile. Baba tarafım son derece mütevazı bir asker ailesi. Babamın babası doktor, onun babası da Miralaydı . Edirneli bir aileydi. Dedemi hiç tanımadım, babaannemi gördüm… Ben tanıdığım zaman 80 yaşındaydı. Çeşitli lisanlar konuşurdu, Fransızca bilirdi. Kitap okurdu,. Babamın kardeşleri diplomattı; Hariciyeci…Onlar nereye giderlerse babaannemi de yanlarında götürürlermiş.. En küçük kardeş olan babam da diplomat olmak istemiş, Hariciye’de okumaya başlamış. I. Dünya Savaşı başlamış. Demişler ki bizim Hariciyeciye ihtiyacımız yok, doktora ihtiyacımız var. Siyasal Bilgiler kapanmış.. O da istemeyerek tıbbiyeye girmiş.

Babam mesleğini sevmezdi ama doğru ve dürüst bir şekilde mesleğini yapmak için bütün enerjisini verdi. Fransa’da okumuştu. Hoş, orta halli bir aileydi. Öbür taraf, anne tarafım Kapanizade (bana zadelik değil sadelik lazım dedim kaçtım gittim, Fransa’ya- gülüyor), Osmanzade, Uşakizade.

Anne aileniz İzmirli mi?

Uşak’tan ya da Afyon’dan geliyorlar. İzmir’e yerleşiyorlar. Dedemin dedesinin dedesi yerleşiyor ve ticarete başlıyor. Tütün, incir ve üzüm…  Dünyanın her tarafına ihracat yapıyorlar. Ta o zaman Amerika’ya tütün satıyorlar. Zengin bir aile. Annemin 3 kız kardeşi 4 erkek kardeşi var. Hepsi okumuş. Teyzelerim Dame de Sion ‘da, dayılarım Galatasaray’da okudular. Fransızca bilirlerdi.

Bir de dedeniz Tahir Bey İzmir’de belediye başkanlığı yapmış, galiba.

Kısa bir süre herhalde. Maaşlı falan değil, ol demişler olmuş. ( gülüyor)Dedem çok genç ölüyor. 40, 42 yaşlarında. Teyzelerim dedemi hatırlamazlardı. Anneannem ,Mediha Hanım işlerin başına geçiyor. Hanımağa oluyor. O zaman Salihli’de büyük bir çiftlik varmış. Anlata anlata bitiremezlerdi. Belçika’nın yarısı kadar genişlikte bir arazi. İçinden saatlerce tren geçtiği abartılarak anlatılırdı. –Tren de yavaş gidermiş, herhalde. Anneannem çok çalışkan, otoriter bir kadındı. Ayağına çizmeleri çeker, elinde kırbacı, kâhyayla birlikte atla dolaşıp, emirler verdiğini hatırlıyorum.

Aile topraktan geliyor,  anneannenin yaşlanmasından sonra çocuklardan topraklara sahip çıkıp işleten olmuş mu?

Hiç yok , Mediha hanımdan sonra dağılıp, gidiyor. Araziler  parça parça satılıyor. Herkesin bir mesleği var; dayılarımın birisi politikacı, diğeri hukukçu.  Dayım, Osman Kapani (Kapanizade’nin zadesini atmışlar, Kapani kalmış sonra).  Menderes’in Devlet Bakanlığı’nı yaptı. Münci dayım da  Ceza Hukuku Profesörüydü. İkisi de pek hoş insanlardı. Ama ikisinin de politik görüşü tamamen ayrıydı. Birisi Menderes’i tutuyor, diğeri tamamen karşı.

Dayınız Osman Kapani’yle sizin de politik görüşleriniz ayrı?

Evet tamamen ayrı, ama çok severdik birbirimizi. 60 darbesinden sonra Osman dayım Yassıada’ya gitti, Münci dayım da yeni dönemin kurucu meclisine girdi.

Siz ziyarete gittiniz mi?

Tabii, Barbro’yla birlikte duruşmaya gittik. Kendileri de birbirlerini çok severlerdi. Çok hoş insanlardı. Çok espiriliydiler. Osman dayım önce Galatasaray’da okuyor sonra Sorbonne’ a gidiyor. Münci dayım da eğitimi için önce  Sorbonne’ a ,  daha sonra  İngiltere’ye ve Amerika’ya gidiyor. Eşi Margaret yenge İngilizdir. Onların kızı Suzan Osman Korutürk’le evli. Şu anda ki Paris Büyükelçimiz, eski Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlu.

Atatürk’ün eşi Latife hanım ablanız Meral hanımın halası oluyor. Latife hanımla ilk karşılaşmanızı  “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabınızdan aktaralım.

“Galatasaray’da okurken Çarşambaları ziyaretçi günüydü. Ailem Ankara ‘da oturduğundan benim ziyaretime ara sıra Meral ablam gelirdi. Böyle bir gelişinde ‘Haftaya pazara, seni köşke yemeğe bekliyoruz’ demişti. Köşk, Ayazpaşa’daki Uşakizade’lerin köşküydü. Annem, ilk eşi ve ablamın babası Ömer Bey’den ayrıldığında, ablam evleninceye kadar yaşamını bu köşkte sürdürmüştü. Pazar sabahı erkenden kalkıp, özenle hazırlandım. Eski Park Otel’in yokuşundan aşağı indikten sonra bir sol ve sağ yapınca kendimi dört katlı, büyük, ahşap bir köşkün önünde buluvermiştim. Demir bahçe kapısının üzerinde, “Villa Uşaki” yazısı okunuyordu.

Büyük bir salona alınmış, görkemli dekorasyonu şaşkınlıkla izliyordum. Köşkün pencerelerinden Boğaz’ın girişi, Kızkulesi ve Sarayburnu açıkları görünüyordu. Yemek vakti geldiğinde, merdivenlerden inen bir hanımefendinin bize geldiğini gördüm. Sade olduğu kadar şık giyimli, insanı anında etkileyen zeki bakışlı, ama asıkça yüzlü bir hanımefendiydi, bu. Annemin ilk eşi Ömer Beyin kardeşi, ablamın halasıydı. Atatürk’ün ilk ve son eşi Latife hanımın karşısındaydım.”

Latife hanımdan kitapta anlattığınız kadar etkilendiniz mi?

Evet çok etkilendim, sonra defalarca görüştük. Meral ablamı Latife Hanım büyüttü. Meral ablam ise benim için her  zaman öz kardeş olmuştur. Maalesef geçtiğimiz kış kaybettik. Kızları Dilek ve Şirin ile çok iyi görüşürüz.

“Zade” lerden sıkılıp Fransa’ya kaçtım, diyordunuz,

Evet Galatasaray’da lisede okurken Fransa’ya dilimi ve kendimi geliştirmek için gitmeye karar verdim. Dayım Osman Kapani ve babam çok destek oldular. Annem yaşım küçük, diye epeyce karşı çıktı.1952 yılının sonbaharında Marsilya’ya hareket eden Ankara gemisindeydim.  Babamın dostlarıyla Paris’te görüştükten sonra Chinon’da okula başlamama karar verildi. Bundan sonraki yıllarda bütün hayatımın yönünü belirleyecek bir şey oldu.

Barbro’yla karşılaştınız  herhalde. Nasıl?

Chinon Paris’in 250 km güney batısındadır.  İsveçli kızlar Fransızcalarını ilerletmek için buraya gelir ve Belediye Başkanı Mösyö Coreche’nin evinde pansiyoner olarak kalırlardı. Biz de gençler olarak gider, onları gardan alır, eşlik ederdik. Yeni bir İsveçli kız geliyor, diye duyduk. Barbro’yla ilk kez garda karşılaştık. Beklediğimiz gibi sarışın değildi. Koyu kısa saçları , yeşil gözleri, sade giyimiyle çok farklıydı. İşte bu kıza abayı yaktım. Sonra da İsveç’le Türkiye arasında bir hayat başladı. 1954 yılının baharında  İsveç’e ayak bastığımda ; burada 50 küsur yıl yaşayacağımı bilemezdim.

İsveç’te ilk başlangıç nasıl oldu?

Gittiğimde Barbro bir yayınevinde çalışıyordu. Geçinebilmek için acilen benim de iş bulmam gerekiyordu. 1954 yılının yaz başında İsveç’teki yabancı sayısı parmakla sayılacak kadar az. Hele Türk olarak beş, altı kişiyiz. Galatasaray’dan tanıdığım Tahsin Balan ve Ergun Özarı LM Ericsson  Telefon Fabrikasında çalışıyorlardı. Oraya girmem için beni ikna ettiler. Böylelikle teknik konuda telefon etmekten başka hiçbir yeteneği olmayan ben, fabrikada röle ayarcısı olarak işe başladım.

Barbro ‘nun babasıyla yaşadıklarınız da sizin için büyük zenginlik olmuş “İndim Zaman Bahçesine” adlı kitabınızda ondan da söz ediyorsunuz.

“Alfons Gidlund, kişilik sahibi hoş bir insandı. Gençliğinde orman işçisi olarak çalışmış. Politikaya duyduğu ilgi ve sosyal demokrasiye inancıyla Sosyal  Partisi ,Olof Palme’nin Başbakan olduğu parti, içinde kademe kademe yükselmişti. Partinin yayınevi Tidens’in genel müdürüydü. Onun sayesinde İsveç politikasının efsane isimlerinden Olof Palme’yi ,Gustav Möller, Ernst Vigfors ve Gunnar Strang’ı tanıma fırsatı elde ettim”.

İşe  ilk fotoğrafla başlıyorsunuz. Barbro’nun yazıları, sizin fotoğraflarınız. İlk kitabın oluşma serüveni nasıl gerçekleşti.

Barbro’yla birlikte kalkıp dünyayı dolaşmaya başladık. Mesleğimizde durmadan ilerlemeler kaydediyorduk. Barbro’nun yazıları ve benim fotoğraflarım röportaj türünde gazete ve dergilerde yayımlanıyor, aynı zamanda Barbro radyo programları da hazırlıyordu. Tüm bunlar için yeni ülkeler, bilinmeyen dünyalar görmek gerektiğine inandık. İlk belge kitap Kuveyt şöyle çıktı.  Sene 1957; önümüze kocaman bir dünya haritası açtık. Haritayı yakından inceledikten sonra, Barbro parmağını bir noktanın üzerine bastı. Ülke o kadar küçüktü ki, parmağının altında kayboldu. Dikkatle bakınca burasının Kuveyt adında bir ülke olduğunu gördük. Irak ile Suudi Arabistan arasına sıkışmış bu yer hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Kalktık, gittik.

Sonra da belgesellerle sürdü, herhalde.

Belgesel 1961 de Nuh’un Gemisi’yle başladı. Ağrı Dağına çıktık  askeri topografya haritaları yapan askeri bir uçak, üzerinden geçtiği zaman bir fotoğraf çekiyor. Ağrı dağı yakınlarında çekilmiş resim, aynı bir geminin izlerini taşıyor. Rivayet üzerine kalkıp,  iki ayrı yere gittik, Kuran-ı Kerim’de Cudi Dağı’nda , İncil’de de Ararat, yani  Ağrı Dağı’nda olduğu  söyleniyordu. Gittik onları çektik. Film ekibimiz Barbro ve benim dışımda dostumuz Ara Güler ve Barbro’nun kardeşi Krister’den oluşuyordu. Bir Noel günü İsveç televizyonunda gösterildi. Çok büyük ilgi gördü.

Bu dönemde dünya belgesellerle ne kadar ilgiliydi?

Türkiye’de televizyon yoktu. Diğer ülkelerde de hemen hemen aynıydı. İngiltere, Amerika, Fransa Almanya gibi gelişmiş ülkelerde vardı, ama büyük bir çoğunluğunda yoktu. İsveç’te 58 de başladı. O da çok yavaş başladı Giderek İsveç Televizyonundan çok büyük destek aldık.  Yaptığımız seyahatlerle bir nevi bir haber programı yapar gibi değişik türlerde belgeseller yaptık: Kültür belgeselleri, tarihi belgeseller ve portreler.

Herhalde o dönemde çok az yerde destek buluyordu, belgeseller.

BBC’de vardı. ABD’de tek tük eyaletlerde. Doğa belgeselleri, savaş belgeselleri vardı.

Genellikle ekip kaç kişiden oluşuyordu?

Biz iki kişiydik, Barbro bir taraftan ses alırdı, diğer taraftan konuşurdu. Ben kameradaydım. Biraz ağırdı tabii, kolay değildi.  Bakıyorum da şimdi çekim ekipleri en az 8 kişi. Bu adamlar ne yapacaklar diye merak ediyorum.

Demek ki dünya belgesel açısından çok bakir bir durumdayken siz başladınız.

Evet Türkiye’de de hiçbir şey yapılmıyordu. Yani destek anlamında. Burada sevgili Onat Kutlar’ı anmadan geçemeyeceğim. 70’li yıllarda yapılan bazı belgesellerin Sinematek’te gösterilmesini sağladı. İstanbul Film Festivalinde’de yine onun tavsiyesiyle “Elçilik” gösterildi.

“Elçilik” dönemin  ünlü filmlerinden sanıyorum.

Evet Barbro Karabuda senaryosunu yazdı ve yönetmenliğini yaptı. 1975 Prag TV Filmleri Festivalinde “En iyi senaryo ve en iyi yönetmen” ödülünü aldı. Şili’de 1973 Pinochet darbesi sırasında Arjantin Büyükelçiliğine sığınarak yurt dışına kaçıp kurtulanları anlatıyor. Filmde İsveç’e kaçan Şililerin büyük bir kısmı, dönemin Şili’de ki İsveç Büyükelçisi, ve Allende’nin iki bakanı da rol aldı. Film olaylardan 6 ay sonra  uzun metraj sinema filmi olarak çekildi. Ben de görüntü yönetmenliğini yaptım.

Biraz da Yaşar Kemal’den söz edelim. 1950’lerden bu yana hem dostunuz olmuş, hem de hikâyelerinden üçü Barbro tarafından filme aktarılmış.

Evet “Beyaz Pantolon”,Bebek” ve” Menekşe Koyu”. Bunlardan “Bebek” Cezayir’de, “Menekşe Koyu” İstanbul’da çekildi 1973 yılında  İsveç televizyonu “Bebek” in filme çekilmesini kabul etti.  O yıllar Türkiye’de politik hava iyice karışık ve pusluydu. Yaşar’ın öyküsünden Türkiye’de bir film yapmak imkânsızdı. Dış görünüşüyle Çukurova’yı andıran, sarı sıcağı, bereketli topraklarıyla Yaşar Kemal’in dünyasına benzeyen bir yer aradık. Uzun araştırmalardan sonra Cezayir’de karar kıldık. Filmde başrolde Tuncel Kurtiz,  Aliye Rona, önemli diğer kadın oyuncu rollerinde ise Ingmar Bergman’ın favorilerinden Harriet Andersson, Inga Landgre ve Lill Terselius yer aldı. Menekşe Koyu ise Türk, İsveç ortak yapımıydı. Türkan Şoray ve İsveç’in ünlü oyuncularından Sven Wollter baş rolleri paylaştı.

1950’lilerin sonundan başlayarak Türkiye’de kaldığınız dönemler sıkıntılı olmuş.

Evet, bir hayli. Barbro Türkiye’deyken İsveç’teki önemli bir gazeteye de yazılar yazıyordu.  Aynı zamanda. 1957’de ilk kitabı olan “Türkiye II.Vatanım”ı da yazdı. Türkiye hakkındaki gözlemlerini içeriyordu, kitap. Eleştirmenler, İsveçli genç bir kadının, Türkiye’yi meraklı gözlerle inceleyip, içten ve alışılmışın dışında yorumlar getirerek kalem aldığı bu kitabı, bu ülkeyle ilgili şimdiye kadar yazılmış en iyi eser olarak tanımladı. Kitap hemen İngilizceye ve Almancaya da çevrildi.

İsveç gazetelerinde çıkan yazılar Türkiye’yi hedef almıyordu. O dönemin hükümetini eleştiren yazılardı, bunlar. Karıştırıldı; ”Türkiye’nin itibarını sarsıyorsunuz,” diye yıllarca uğraştılar. Türkiye’den en az 20 sene çok zor çıktık,  girerken de çok zor girdik. Bazen de çıkamadık. Barbro bu Mayıs ayında  yeni çıkan kitabı “Zeytin Ağacının Gölgesinde” de zaman zaman o döneme geri dönüyor. O döneme baktığımızda yazıların hepsi normal gözlemler. Ama çok hassastı o dönem. Ne dersen ”Türklüğe hakaret”e giriyordu. Maalesef 301 halâ var. Dünyanın başka hiçbir yerinde yok.

Düşünce suçu kavramıyla  ilk kez çocukluğunuzda karşılaşıyorsunuz. Çok hoş bir hikâye biraz anlatır mısınız?

Çocukluğumda İzmit’de yakın komşularımızdan birisi de komşumuz Samiye teyzeydi. Bu komşumuzla ilgili, herkesin bilip de yüksek sesle söylemediği bir gerçek vardı. Samiye teyzenin ağabeyi hapis yatıyordu. Çocuk kafamızdan neler geçmiyordu ki, o azılı bir katil mi, yoksa soyguncu muydu? Fena halde merak ettiğim bu konuyu kime sorsam, “Sen daha küçüksün, anlamazsın!” cevabını alıyordum. Bir gün dayanamayarak babama sordum. Yüzü iyice ciddileşti ve “Bak oğlum, o adam ne katil, ne de soyguncu. O bir şair, hem de çok iyi bir şair. Bazı önemli insanlar onun şiir ve fikirlerinden hoşlanmıyorlar, bu yüzden hapiste ” dedi. Çocuk kafam iyice karışmıştı, birisinin şiir yazıp, düşündü , diye hapse atılmasına inanmıyordum. Ama gene de mutluydum, çünkü Samiye teyzenin ağabeyi Nazım Hikmet’in katil olmadığını öğrenmiştim!.

Kitap yazmaya ne zaman başladınız.

Benim yazma serüvenim Barbro’nunkinin yanında çok amatör kalıyor.(gülüyor) Bütün bu teknikle uğraşmak tabii ki büyük vaktimi aldı. Sonra tempo yavaş yavaş azaldı. Ben de otursam iki satır bir şey yazsam, diye düşündüm. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım emin de değilim. Yine de 60’ından sonra başladım yazmaya. Kimse bana yazma işinin bu kadar heyecan verici, bu kadar hoş bir şey olduğunu söylemedi. Barbro’ya da sitem ettim, insan bir söyler, diye. 5 kitap oldu.

Yaptığınız en ilginç işleri biraz anlatır mısınız, seçmek  zor olacak herhalde, ama…

1980’lerde İsveçli bir yönetmen yazarla birlikte “Yağmur Ormanları” üzerine bir film yaptık. Amazonlara gittik. Ağaçlar 50 m civarında… 100 senede yetişmiş. Japon firmaları kâğıt yapmak için kesiyorlar. Kestikleri her ağacın yerine bir ağaç dikiyorlar ama ağaçlar ancak 100 senede belli bir yere geliyor. O zamana kadar ne olacak. Yağmurlar başladığında ne olacak. Tam bir doğa katliamı. Aynı konuyla ilgili Papua Yeni Gine’ye gittik. Ağaçlar kesilince doğanın dengesi tamamen bozuluyor. Hayvanlar kaçıyor. Kuşlar gidiyor, insanlar da göç etmeye başlıyor. Yerli bir reis “Bu ormanlar bizim derilerimiz, Bir insanın derilerini soysanız, o insan yaşayabilir mi. Bizim derilerimizi soyuyorlar” dedi. Çok çarpıcı bir ifade. Bir diğeri politik, Endonezya katliamı.! 1965 yılında diktatör  Suharto önderliğinde 1 milyona yakın kişinin politik inançları yüzünden yok edilmesini belgeledik.

Son yıllarda hemen her sene baharda İstanbul’da sergi açıyorsunuz, bu yıl Mayıs ayında Yapı Kredi Sermet Çifter Salonunda açılan serginin konusu da diğerleri kadar ilginç oldu. Mayıs 1968’de Fransa’da başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan Paris fotoğrafları ve belgeseli sergilendi. Çekim öyküsünden bahsedebilir miyiz?

Böyle bir olay olacağından haberimiz yoktu. İsveç Televizyonu için modern tiyatronun kurucularından Eugene Ionescu’nun portre belgeselini yapmaya Paris’e gitmiştik. 68 Mayıs’ının başıydı. Yer yer hareketler başladı. Ionescu bizi arayıp Paris’i terk edeceğini söyledi. Röportaj iptal olmuştu. Ne yapacağımızı bilemedik. Sonra Barbro kalıp, olayları görüntülemeyi önerdi ve televizyonu da ikna etti. Güzel Sanatlar Akademisi üç merkezden biriydi. Bütün afişler orada basılıyor, hareketin bir bölümü oradan yönetiliyordu. Oraya girip belgelemek istedik. Dünya televizyonlarından hiçbir haberciyi, özellikle de Fransız TV’sini içeriye almıyorlardı. Yakın dostumuz Abidin Dino orada ders veriyordu. “Gelin ben sizi sokarım”, dedi. Olağanüstü görüntüler ve fotoğraflar çektik. Sergide o dönemin ruhunu yansıtan fotoğraflar ve belgesel yer aldı.

Siz sürekli yolculuk ediyorsunuz. Sizin için yolculuk etmek ne anlama geliyor.

Ben çok meraklı bir insanım. Türkiye dar geldi. Dedim bir çıkayım göreyim, insanlar nerelerde, nasıl yaşıyor. Bize benziyorlar mı, yoksa çok mu ayrıyız onlardan. Ayrılan yönlerimiz mi var benzeyen yönlerimiz mi var, bunları görmek için  dünyayı dolaşmak lazımdı. Dünyayı dolaşmak da öyle turistik ,  bakarak değil görerek  olmalı… Biz de onu yaptık. Gördüğümüz  yetmiyormuş gibi bir de onu belgeledik. Bu hem meslek oldu, hem de yaşam tarzı. Böyle başladık, dolaştık. Tek tek, kıta kıta.  Şimdi bana derler. “Bütün dünyayı gezdin, dolaştın” Dünya dolaşmakla bitmez. Çok yer gördüm, ama görmediğim çok yer de var. Şu yaşa geldim hala merak ediyorum pek çok yeri, yaşantıyı. Bunun yaşı da yok zaten.

“Güneş’in Dünyası”  sergisinde bir  harita yapmışsınız .Bulunduğunuz yerleri kırmızı toplu iğnelerle işaretlemişsiniz.

Evet  harita domates tarlasına döndü, kıpkırmızı oldu. Şimdi bu yaşımda (75) yarın birisi dese ki şurada şu var.Hadi gidelim deseler. (gülüyorum)

Hadi gidelim, derim yani. (gülüyor)

 

 

Published by

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

handanyalvac

Wordpress'i biyografi için kullanıyorum.

Yorum bırakın