“Tuvale bir şiir yazarım , renk olur.”
Değerli sanatçımız Devrim Erbil’le söyleşi yapmak için atölyesinde; sanatçı Dubai’nin önde gelen sanat galerilerinden “DIFC Art Space”deki ikinci kişisel sergisinin açılışı için gittiği Dubai’den henüz gelmişti.
Atölyedeki eserleri hayranlıkla, heyecanla izledim. Çizgiler, rengârenk maviler, kırmızılar içinde kayboldum. Sonra da bu müthiş insanın sanatının derinliklerini öğrenmek üzere kayda başladım.
Devrim Erbil’in anne tarafından dedesi Bulgaristan Kırcaali’den Rüştiye ve İdadi okumak üzere İstanbul’a gelir. Birçok şehirde emniyet müdürlüğü yapar. Baba tarafı ise Uşak’tan Sepetçioğullarındandır. Annesi ve babası Uşak’ta evlenirler.1937, Uşak doğumlu olan Devrim Erbil’in çocukluğu ve ilk gençliği Balıkesir’de geçer.
50’lerin Balıkesir’i nasıldı, sanata olan ilginizi o yıllarda görebiliyor muyuz?
İlkokula Balıkesir’de başladım. Çitlembik ağaçlarının gölgeli yollarında ilkokulu, ortaokulu ve liseyi orada okudum.
İlk gençlik yıllarında biz sanatla, edebiyatla, sporla çok daha fazla uğraşıyorduk. O zamanlar edebiyat matineleri çok revaçtaydı. Turne gibi şehirlerarası edebiyat matineleri yapılırdı ve tüm Anadolu’yu gezerdi. Yüzlerce kişi büyük bir salona gelirdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu, Melih Cevdet Anday’ı, sonra Asaf Halet Çelebi’yi, Özdemir Asaf’ı ben hep bu edebiyat matinelerinde tanıdım. Münazaralar, sanat yarışmaları yapılırdı. Sanatı önce resimle değil, kitapla; şiirle keşfettim. Daha ilkokuldayken düz yazılar, romanlar yazdım.
Sonraları Varlık dergisinde, İstanbul dergisinde, Yeditepe’de desenlerim basıldı. Nasıl mutlu olurduk bilemezsiniz, büyük bir heyecandı. Balıkesir’in aydın bir ortamı vardı; şairler yetiştirmişti, edebiyatçıları vardı, kitaplar hiç olmazsa ulaşabiliyordu.Sanata olan düşkünlüğüm beni akademiye getirdi.
Güzel Sanatlara girdiğinizdeki ortamı biraz tarif edebilir misiniz?
O zaman Güzel Sanatlar Akademisi şimdi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesiydi, Türkiye’deki tek sanat kurumuydu. Bir de tabii Ankara’da Gazi Eğitim vardı, ama o daha çok öğretmen yetiştiriyordu.
İlk sene galeride Halil Dikmen’in öğrencisiydim. Halil Dikmen son derece zarif, mükemmel, çok güzel konuşan, felsefeyi, sanatı çok iyi bilen, derin ve anlamlı biriydi. Zannediyorum Mevleviydi. Aynı zamanda Resim Heykel Müzesi Müdürüydü. Çok büyük bir hayranlıkla onu dinlerdik ve resim heykel müzesine giderdik; orada bize ney çalardı, sohbet ederdik.
İkinci sene atölye seçme konusunda hiçbir tereddütüm yoktu. Bedri Rahmi’nin atölyesini seçmiştim. Bedri Rahmi bir coşku insanıydı. Diğer hocaların daha sakin, sıradan diyebileceğim bir eğitim sistemi içinde bir bakıyordunuz ki Bedri Rahmi en başarılı öğrencileri yetiştirmişti. En popüler kişiler oradaydı. Eğitim sistemi doğrudan doğruya coşkuya dayanıyordu. Kişilik kazandırmayı hedefliyordu. Anlattıkları çok bilimsel, anlamlı, önemli değildi belki; ama bir şair coşkusu ile insana, doğaya, çevreye bakmaya odaklanıyordu; bu heyecanı veriyordu…
Yaşar Kemal, Füreya Hanım, Ahmet Hamdi Tanpınar; Bedri Rahmi’nin atölyesine gelirdi. Bir hava yansırdı atölyede. Daha sonra hocalığım sırasında da ben de bu sistemi sürdürmeye çalıştım.
Eserleriniz; kendi içinizdeki sesin güçlü bir dışa vurumu. Nasıl oluştu bu üslup…
Batıdan gelen rüzgârların akademiyi etkilemesi dışında işler yapmaya başladım. Daha öğrenciyken minyatürleri seviyordum. O bana bir ayrıcalık kazandırdı. Kendi işlerime baktığımda, çok erken bir zamanda üsluplaşmayı görüyorum. Daha 15 yaşında yaptığım işlerdeki renkli çizgilerle, doğanın farklı bir görünüşüne ulaştığımı hissediyordum.
Aslında bugüne gelinceye kadar da o ilk yaptığım işlerle bugünkü işler arasında çok yakın bir bağlantı olduğunu fark ediyorum. Bu da kendi içimdeki sesin, sezgi gücünün erken örneklerine her zaman sadakatle bağlı kaldığını ortaya koyuyor. Kendime sadık kalarak, zorlamadan ya da kendim dışındaki sesleri dışarıda tutarak kendi kişiliğimi ortaya koymak büyük avantaj sağladı bana.
Resmin fiziksel yapı elemanları dediğimiz; görsel elemanlar var. Bunlar çizgi, biçim ve renktir. Ondan sonra kütlelerin bir araya gelmesi, ışık; bunlar hep ikinci derece kalır. Ama çizgi, biçim ve renk; sanatın, resim sanatının temelidir. Hatta resim sanatı şöyle tarif edilebilir: Boyayı renk yapma sanatına resim sanatı denir. Çizgi desenin elemanıdır, temelidir. Desen de sanatın temeli ve sanatın namusudur; bu sadece benim sözüm değil.
20 yy’da başta Picasso’da olmak üzere çizgiye çok özel bir yer veriliyor. Ben hem Batı sanatında hem de Türk kaligrafi sanatında çizginin nasıl önem taşıdığını gördüm. O zaman çizginin; resmin kuruluşundaki temel bir eleman olacağı inancı, bende kökleşti. Sadece çizgi ağırlıklı resimler yaptım. Çizgi aynı zamanda rengin taşıyıcısı oldu, böylelikle renkli çizgiler ortaya çıktı. Bu da çağdaş bir bakışa ve şiirsel bir soyutlamanın kapılarını bana açmaya yetti. Çizgi o yüzden hem benim sanatımın temel bir unsuru oldu, hem de beni ayrıcalıklı kılan renkli çizgilerle renkli bir dünya yaratan bir sanatçı haline getirdi.
Genç yaşlarda ödüller almışsınız…
66’da 30 yaşlarına ulaşmamışken Tahran Bienali’nde; uluslararası bienalde birincilik aldım. Bu hiç de kolay bir olay değildi. Ondan sonra 1970’de İskenderiye Bienali’nde ikincilik ödülü kazandım.
Türkiye’de pek çok yarışmada ödüller kazandım. Yurtiçinde ve dışında onur ödülleri verildi. Bunlar beni mesleğime daha çok bağladı ve daha büyük bir heyecanla eserler üretmeye yöneltti. Beni tarif etmek gerekirse en önemli özelliklerimden biri de böyle çılgıncasına çalışmaktır. “Paleti kurumayan ressam” dedikleri cinstenim ben.
Mavi tutkunuz resimlerinizde olağanüstü bir etki yaratıyor. Hatta 1963’te “Mavi” adlı bir grup kurmuşsunuz.
Akımlardan bahsederken, ister istemez şunu görüyoruz; mesela empresyonizm belki Paris’te değil de İstanbul’da doğmalıydı. Çünkü rengi, ışığı, hareketi, titreşimi ön plana çıkaran bir akım. Bu ışığın en güzel yeryüzüne vurduğu, doğasının güzelliğinden kaynaklanan renklerinin zenginleştiği bir ortamda titreşimlerle, boğazın mavisiyle; Sultanahmet camiinin çinilerinin mavisi birleşir İstanbul’da. Turkuvaz bir Türk mavisi, yeşile kaçan çok özel bir mavidir, bu. Müthiş etkileyicidir. Çok severek kullanıyorum. Mavinin İstanbul’un simgesi olduğunu düşündük: Ben, Adnan Çoker, Sarkis Sabunyan, Tülay Tura ve Altan Gürman 5 arkadaş bu Mavi grubunu kurduk. Bir süre sonra dağıldı.
Desenleri farklı tekniklerle, farklı malzemelerle yeni baştan yaratmak. Nasıl gerçekleşti.
Bütün tekniklere sevgiyle yaklaştım ,yeni teknikler aradım. Sedef kakmacılık geleneğinden yola çıkarak kendi resmimi sedefte değişen ışıkta, değişen parlaklıkla kendini yeniden var eden etkileyen bir nesne olarak uyarladım. Eserlerimden dokunmuş 50-60 parça büyük halım var. Bunları satmıyorum; büyük bir sergi yaptıktan sonra belki müzeme koyacağım. Eserlerimi vitrayla, pleksiyle, seramikle malzemenin ruhuna sadık kalarak yeniden ürettim. 1970’de Lizbon’da Türk Büyükelçiliği için iki metreye 25 metre bir resim yaptım seramikten.
Çeyrek Yüzyıl Ustaları sergisini anlatır mısınız?
1970’de doçent oldum. 25 yıl sonrasında “Sanatta çeyrek yüzyıl” diye bir sergi yaptım. 25 yıl hocalık yapmış olmanın sorumluluk yüklediğini bilerek; hem bunu hem de yetiştirdiğim öğrencileri göstermek için büyük bir sergi hazırladık.16 şehirde dolaştı, yurtdışına gitti. Şimdi Caddebostan Kültür Merkezinin olduğu yerdeki galeride 80 sanatçı 120 resim sergiledik.
Devrim Erbil, değerli eserlerini yaratmayı sürdürüyor. Yetiştirdiği çok sayıda öğrencisi bugün sanat hayatımızı kaplamaya devam ediyor. Bir çoğu şu anda profesör, doçent olan Devrim Erbil’in öğrencileri sanatçının büyüleyici söylemini öğrencilerle paylaşıyor.
Sanat yolculuğuna bizi de kattığı, tanık olmamıza izin verdiği için Devrim Erbil’e teşekkür ediyor, başarılarını yürekten kutluyoruz.


