Barbro Karabuda

 

O yaz on dokuzuna basmıştı. Fransızcasını ilerletmek için İsveç’ten Fransa’nın Chinon kasabasına geldi. İstasyonda o vardı. Güneş.. Barbro’ nun söylemiyle; “Aşk onları Fransa’nın Chinon kasabasında tutuklamış ve Stockholm üzerinden Güneş’in anneannesinin  Karşıyaka sahillerindeki kocaman güzel köşküne sürüklemişti”. Aslında İzmir’e gidip  bir otele yerleşeceklerdi. Ama İstanbul, İzmir arasındaki  uzun otobüs yolculuğu Barbro’yu çok etkilemişti. Zorunlu olarak Güneş’in anneannesine geldiler. Kapanizadelerin köşküyle ve Atıfet Karabuda’yla ilk kez orada tanıştı, Barbro Gidlund.

Eğer Barbro hastalanmasaydı ve planladıkları gibi otelde kalsalardı; anılarında belki de  sadece  güzel İzmir olacaktı. Oysa şimdi, büyüdüğü şehrin ormanlarından yükselen  özgürlük duygusundan tamamen farklı bir ortamdaydı.  Kapanizadelerin köşkünde hayat  bambaşkaydı. Babası Alfons Gidlund, gençliğinde orman işçisi olarak çalışmış, Sosyal Demokrat İşçi Partisine girmiş (Olof Palme’yi Başbakanlığa taşıyan parti), hızla yükselmiş, partinin yayınevi Tidens’in genel müdürü olmuştu.

Bu  ziyaret köşktekiler için sürpriz olmuştu. İsveçli  gazeteci genç kız beklenenin aksine sarışın da değildi. Atıfet hanım ilk evliliğini Latife hanımın erkek kardeşi Ömer Bey’le yapmıştı. Kapanizadeler ve Uşakizadeleri akraba yapan bir evlikti, bu. Pek uzun sürmedi. Boşandıktan bir süre sonra Atıfet Hanım  Dr. Nail Karabuda’yla evlendi ve Güneş dünyaya geldi. Atıfet Karabuda , o yıllarda nadiren rastlanan modern, eğitimli kadınlardandı. Buna rağmen oğlunun  yabancı bir genç kızla ilişkisini onaylamadı. Hatta isyan etti.

Oysa bir zaman sonra her şey değişti, aileler birbirlerini benimsedi.Atıfet hanım ve İsveçli gelin çok iyi arkadaş oldular. Zeytin ve gül reçeli Barbro’nun yaşamında yerini aldı.Hatta günün birinde Alfons Gidlund ve Atıfet Karabuda Stockholm’de kartopu bile oynadı.

Tesadüfler yalnızca tesadüf müdür,  gerçekten bilinmez…Chinon’da karşılaşmışlardı. Evlendiler. Yıllarca sürecek  farklı coğrafyaları, kültürleri keşfetme serüveni başladı..

Başlangıçlarını Barbro “Güneş’le tanıştığımızda yazı yazmayı ve fotoğraf çekmeyi çok istiyordum. Bende fotoğraf makinesi vardı. Makineyi ona verdim , ben de yazdım, ” diye gülerek anlatıyor..

İlk kitap “Türkiye; II. Vatanım” 1957’de İsveç’te yayınlandı. Almanca ve İngilizceye çevrildi.

Bir şeyler yapmak istiyorlardı. Kocaman bir dünya haritası açtılar. Barbro gözlerini kapatıp, parmağını bir noktaya koydu. Sonrasında 5 kişilik bir ekiple Kuveyt’e doğru yola çıktılar.  Barbro, Güneş Karabuda, fotoğraf makinesi, kağıt ve kalem. Bu az bilinen ülkenin kitabı yayınlandığında ikisi de 25 yaşını geçmemişlerdi.   1960’dan itibaren İsveç televizyonunun uluslar arası temsilcisi oldular. Böylece ekip de değişti. Fotoğraf makinesinin yerini kamera aldı. Kağıt ve kalem aynı kaldı, ses kayıt cihazı eklendi. Barbro  röportaj yapıyor, bir yandan da ses alıyordu. Güneş Karabuda kameradaydı. Yönetmen olarak yaklaşık 50 kadar filme imza attı. Yaşar Kemal’in “Beyaz Pantolon”, “Bebek” ve “Menekşe Koyu” adlı hikayelerini sinemaya uyarladı.

Sayısız ülkeye (sanırım, dünyanın üçte ikisi) gittiler.  Bir çok ülkenin kapalı perdelerini araladılar. 60’lardan sonra dünyanın değişen  yüzüne tanık oldular. Diktatörler, devrim liderleri, dönemin siyasileri, ünlü sanat insanları metrelerce filme kayıtlanıp, bazen televizyon ekranlarında bazen sinema perdesinde yerini aldı.

Uluslararası hayatın gündemini tutan bu çekirdek ekip giderek tüm dünyada tanınıyordu. 68 yılında Paris öğrenci hareketlerini ilk onlar duyurmuştu. Sonrasında Allende Şili’sinde  İsveç TV temsilcileriyken darbe olmuş, iki belgeselci hem görüntüleri kaydetmişler , aynı zamanda  uzun metraj bir film için esinlenmişlerdi. 1975’de “Elçilik” filmi Barbro’ya Prag’da “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” ödülünü getirdi. Başarılı ve dopdolu hayat sürüp giderken ekibe sırayla 3 kişi dahil  oldu ve baş rolleri hemen kaptılar.  Çocuklar.. Önce Ayperi, sonra Deniz ve en son Alfons.

Ekipteki kağıt ve kalem her zaman Barbro’nun en iyi asistanları oldu. Bir yandan filmler, belgeseller ve portre belgeseller yaparken diğer taraftan da kitap yazmayı sürdürdü. Barbro Karabuda’nın 18 kitabı var. Yeni kitabı; “Zeytin Ağacı’nın Gölgesinde”  önce İsveç’te sonra da ülkemizde henüz yayınlandı.

Barbro Karabuda demokrasinin daha yerleşik olduğu, insan hakları sorunlarının çok önceleri tartışıldığı, farklı var oluşlara her zaman daha açık bir ülkeden geliyordu. Burada acı, tatlı pek çok şeyle karşılaştı. En önemlisi dostlar edindi. Onat (Kutlar), Hüs(Hüseyin Baş), Ara (Güler) ,Gürel (Yontan), Tuncel (Kurtiz) ve Yaşar (Kemal).

“Yıllar önce bir akşam Paris’te Notre Dame Katedrali’nin karşısındaki bir restoranda  yemek yerken, kederli olduğumu önce Yaşar Kemal fark etmişti Nedenini sorduğunda babamın öleceğinden kaygı duyduğumu söyledim. Şefkatle,‘Baban ölürse ben varım, bunu sakın unutma’, dedi. Yaşar henüz babamla tanışmamıştı.  Krister’in onun İsveç’teki yayıncısı olmasından sonra babamla bir çok kez buluştular. İyi dost oldular. Babamı son yolculuğuna uğurlarken kardeşim Krister Gidlund ve Yaşar Kemal’in elini tutuyordum.”

Bu çift uluslu, çok kültürlü yaşam İstanbul, Stockholm bazen Paris arasında sürüp, gidiyor. . 3 çocuk ve 4 torunla ekip iyice büyüdü.  Şimdi Barbro’nun en iyi asistanı; son model çok küçük mavi bir laptop. O  yazmayı sürdürüyor. Bekliyoruz…

Published by

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

handanyalvac

Wordpress'i biyografi için kullanıyorum.

Yorum bırakın