Melih Gürsoy

Melih Gürsoyİzmir mozaiğinde belirgin taşlar”dan biriyle, iş adamı Melih Gürsoy’la tanışmak üzereydim. Kendisi aynı zamanda ekonomi ve kent tarihi araştırmaları da içeren 8 kitabın yazarıydı. Tedirgindim. Genellikle iş adamı duruşu mesafe almayı gerektirir. Kaygılarımı haklı çıkarırcasına masanın üzerinde bir dosya beni bekliyordu. İçimden dosyayı bana verip görüşmeyi bitireceğini düşündüm. Oysa ki dosya yalnızca o kuşağın disiplin anlayışının yansımasıydı ve anlatacaklarının planını içeriyordu. Kayıt başladı. Zaman ilerledikçe şanslı bir tanıklığın tam ortasında bulunduğumu fark ediyordum. Tedirginliğim hafiflemişti. Artık çok katmanlı bu romanın okundukça cezp eden, merak uyandıran sayfalarını çevirmeye başlayabilirdim.

Melih beyin baba tarafından ailesi; Türkmen boylarından gelen dedesinin babası Halil Ağa’ya kadar uzanıyor.

Dedesi Hacı Veli Efendi, Halil Ağa’yla birlikte Afyon’un Şuhut kazasına yerleşir.Burada çok büyük tarlalar alıp, afyon ekimine ve ticaretine başlarlar. ilk eşi geride 7 çocuk bırakarak ölen Hacı Veli Efendi daha sonra Melih Gürsoy’un babaannesi olacak İsmet hanımla evlenir. İsmet hanım Sandıklı’da çıkan bir isyanı bastırmak üzere gelip orada yerleşen bir kolağasının kızıdır. Bu evlilik dolayısıyla doğan üç erkek çocuktan biri, Melih Gürsoy’un babası Sami Gürsoy’dur. Hacı Veli Efendi 19. yüzyılın sonlarına doğru İzmir’de bir şirket kurar. Artık sadece hasat zamanlarında Şuhut’a gitmektedir. Sami Gürsoy ve diğer oğulları İzmir de yetişerek peynir imalatına ve ticaretine başlarlar. Amerika’ya dahi ihracat yapacak kadar işlerini büyüten bu girişimci büyükbabanın adı 19. yüz yıl kitaplarında İzmir’in büyük tüccarları arasında geçiyor.

Hacı Veli Efendi’nin Şuhut’taki konağı Kurtuluş Savaşı sırasında hem Atatürk tarafından karargah hem de bir süreliğine hastane olarak kullanılır. Halen ayakta olan bina günümüzde müzeye dönüştürülmüştür.

Anne tarafı ise daha eski İzmirlidir. İstanbul’da asker kökenli bir ailenin oğlu, annesinin dedesi Rıza Efendi; İzmir eski belediye başkanı ünlü Eşref Paşa’nın küçük kardeşidir. Eşref Paşa günümüzde halen adını verdiği semt ve yapımına katkıda bulunduğu İzmir’in sembolü Saat Kulesi’yle anılıyor.

Aile geleneğine uyarak asker olan Rıza Bey bir süre sonra mesleğini bırakır ve İzmir’e yerleşir. Babasından aldığı bir miktar parayla ve kendi birikimleriyle kısa zaman sonra İzmir’in genç işadamları arasına girer. Bir süre sonra da Eğriboz adası İstefe göçmenlerinden Bektaşi Şemsi Baba’nın kızı Safiye hanımla evlenir.Şemsi Baba günümüze kadar gelen İzmir Yağhaneler semtindeki dergahın ilk postnişinidir.

Melih beyin dedesi yani annesinin babası Hüsamettin Bey bu evlilikten doğar.

Hikayenin perde arkasını ve devamını Melih beyden dinleyelim:

Aile büyüklerimizin anlattığına göre Rıza beyin yani annemin dedesinin ağabeyi Eşref Paşa Bağdat Valisi olarak bir nevi sürgüne gönderilir.

Fakat bir süre sonra hem askerlikten hem de valilikten istifa ederek, İzmir e küçük kardeşinin yanına gelir. Rıza bey 1877 yılında Rus-Kırım savaşına katılır, 1 yıl sonra da geri döner. 1882 de ölür ve bektaşi olmamasına rağmen ve kayınpederi Şemsi Baba’nın dergah mezarlığına gömülür. Dedem Hüsamettin Bey babası Rıza Bey öldüğünde 13 yaşındadır, diğer iki kardeşi ondan da küçüktür. Babaları ölünce çocukların velayeti ve Rıza beyden kalan mülkler amcaları Eşref Paşa’ya geçer

Dedem Hüsamettin bey 17, 18 yaşına geldiğinde; amcasına karşı gelir. Babalarının mülklerini iyi yönetemediğini, hatta sattığını iddia eder. Bir yıl içinde Eşref Paşa’nın etkisiyle askere alınır. Padişahın muhafız alayındadır. Alayın başında Avusturyalı bir subay vardır. Alayın Abdülhamid’e suikast yapmak üzere eğitildiği haberinin yayılması üzerine 300 kişi Yemen’e sürülür. Hüsamettin dedem giderken kuşağının içinde altın götürmüş. Askeri doktorlara borç veriyor. O sayede geçici olarak hastanede kalmasını izin veriyorlar. 7 yıl sonra 300 kişiden yalnızca 20 kişi geri dönüyor.

1895 yılında dedem İzmir’e döndüğünde 26 yaşında. Babasının yaptırdığı Rıza Bey Hanı’nı, kalan mülkleri Eşref Paşa’dan alır ve baba mesleği toptan yaş meyve ve sebze ticaretine başlar. Bu arada Girit’ten İzmir’e göç etmiş Baysoy ailesinden anneannem Şadiye hanımla evlenir.”

Hacı Veli Efendiyle, İsmet hanımın oğlu Sami Gürsoy’un, Hancı Hüsamettin beyle, Şadiye hanımın kızı Azize hanımla evliliğinden 1924 de Melih Gürsoy dünyaya gelir. Bu, çok sık dokunmuş aile zemini üzerinde şekillenen Melih beyin hikayesinin ilk belirgin durağı İstanbul olacaktır.

Melih Gürsoy İzmir’de Hakimiyeti Milliye ilkokulunu bitirdikten sonra Karataş ortaokuluna devam ederken, babası çocuklarının geleceğini düşünerek İstanbul’a yerleşmeye karar verir. İşyerinin bir şubesi de orada olacaktır. Böylece İstanbul Moda’da Mühürdar caddesindeki evde Melih beyin hayatında bir başka dönem başlar.

Ortaokulu Haydarpaşa lisesinde bitirir. Sonra da liseyi Kabataş’ta okuması için kaydı yapılır. Okulun açılmasına iki gün kala, bir akşam evlerine gelen misafirlerin bir arkadaşı olan ve aslında tesadüfen orada bulunan bir zat sayesinde bütün planlar değişir. İhsan bey, Robert Kolej’lidir. Gencin eğitimini mutlaka Robert Kolej de sürdürmesi için ısrar eder. O sırada her şeyden habersiz odasında roman okuyan Melih’in de fikri sorulur. Gecenin sonu geldiğinde Robert Kolej’e gitmesi kesinleşir.

1938 yılında itibaren başlayan “Kolej Yılları” bir kulübün üyesi olmaktan çok öteye geçen dostlukları ve büyük bir deneyimi de beraberinde getirir..

Geriye dönüp baktığımızda Melih beyin deneysel,yenilikçi, cesaret dolu kişiliğine dair ipuçlarına bu yıllarda rastlarız:

Geleceğin mühendisi Melih Gürsoy marangozluk dersinde kendisine kırmızı yelkenli bir kano yapar. Üç yaz boyunca bu bez bot Moda koyunun sembolü haline gelir.

1943 yılına gelindiğinde okul eğitiminin yetersiz olduğu üzerine bir söylenti çıkar. Babalarını razı edebilenler o yaz Amerika’ya gitmeyi ve eğitimlerini orada sürdürmeyi ister.

Melih Gürsoy da gitmeyi çok istemektedir. Konuyu babasına açar.

İkinci Dünya savaşının en sıcak günleridir. Sami bey, oğlunun gitmesini hiç istemez, caydırmak için de elinden geleni yapar. Oysa genç Melih tıpkı kendisi gibi düşündüğünü yapan biridir. Bu sessiz mücadele aynı yılın temmuz ayında Haydarpaşa Garı’nda noktalanır.

Bundan tam 66 yıl önce uzun bir yaz gününde başlayan yolculuğu Melih Gürsoy’dan dinleyelim:

Bizden önce 5 kişilik bir grup İskenderiye’ye ve kısa süre sonra da bir uçakta yer bulup, Amerika’ya gitmişlerdi. 19 yaşındaydım. Kolejden benden 2 yaş büyük Tahsin Çiftçi’yle birlikte gidecektik. Aynı güzergahı izleyecektik. 1943’ün temmuzunda uğurlama merasiminin ardından Bağdat Ekspresi’yle Haydarpaşa Garı’ndan Halep’e hareket ettik. Halep’ten sonra kah trenle kah otobüsle yolculuk ederek İskenderiye’ye vardık. Bir hafta kadar Amerika’ya gidecek uçaklarda yer aradık. Uçaklar sadece izinli ya da yaralı alıyordu, siviller için yer bulmak çok zordu. Biz yine geriye dönüp Bağdat’ın yolunu tuttuk.

Bulunduğumuz otelin balkonundan Nehir üzerindeki liman tesisleri açıkça görülüyordu. Ekseri günler gemiyle Rusya’ya harp yardımı olarak gelen Amerikan yardımlarını sayardım; her gün 40-45 GMC kamyon; içi tamamen silah dolu olarak gemiden iner ve Rus askerlerine ve şoförlerine teslim edilir sonra da Rusya’ya doğru yola çıkardı. Bağdat’ta iki hafta kadar kaldıktan sonra Bağdat hava meydanından uçak bulma ümidini tamamen kesmiştik. Tahsin’le beraber Bağdat’tan ayrılıp Basra’ya gitmeye karar verdik. Basra o sırada tamamen İngiliz işgali altındaydı fakat hava meydanı kenarındaki Shatt-ul-arab otelinde daha ziyade Amerikan subayları kalıyordu. Biz de bu otelde kalmaya başladık. Uçak acentasının oyalamalarına rağmen Basra’dan da Amerika’ya uçak bulamayacağımızı anlamıştık. Yaralı Amerikan askerlerinden, tatile giden askerlerden, hatırlı sivillerden bize sıra gelemiyordu. Şileple gitmeye karar verdik. Her gün Basra’ya Amerikan Liberty şileplerinden birkaçı geliyor, harp malzemelerini boşalttıktan sonra dönüyorlardı. Bu şileplerden birinde bir kamara bulduk. Ancak bu şilepler Basra’dan Bombay’a gidiyor, oradan yük alıp, konvoyla birlike Ümit Burnu’ndan Afrika kıtasını dolaşıp Atlantik Okyanusu yoluyla Amerika’ya ulaşıyordu.

Günlerce süren deniz seyahatinden sonra Bombay’a ulaşmıştık. Üç, dört gün sonra gemimiz yükünü aldı. Sonra bir gece Amerikan Muhribi korumasında 20 civarında Amerikan Şilebinden oluşan uzun bir konvoyla yola çıktık.

Bombay’dan ayrıldıktan sonra güverteden muazzam bir patlama sesi duyuldu. Konvoydaki şileplerden birisini Japon denizaltıları torpillemişti. Çok korktuk. Bu arada Amerikan muhripleri durmadan denizaltı bombaları atıyorlardı. Gece kaptan bir açıklama yaptı. Konvoyu kaybetmişlerdi. Basra’ya dönüp yeni bir konvoya katılma talimatı alınacaktı..”

Melih’le Tahsin’in Amerika’ya gidiş macerası böylece son bulur.

Kolejden mezun olanların büyük bir çoğunluğunun ABD’de master yapmaları, sonrasında da mensubu oldukları aile şirketlerine katılmaları neredeyse gelenektir.

1944 yılında makine mühendisi olarak koleji bitirmesine bir yıl kala Melih Gürsoy sanki bu geleneği kırmak, geleceğini farklı kılmak için büyük bir arayışa girer.

1932 yılında Celal Bayar’ın Başbakanlığı sırasında yayınlanmış “Türkiye’nin İkinci Beş Yıllık İktisat Programı” nı bulur. Günlerce süren incelemelerden sonra 16 şehirde “Soğuk Hava Depoları” ve “Buz tesisleri” kurulacağına dair planlamayı fark eder. Günümüzün uzmanlaşmış kariyer planlamacılarını bile gölgede bırakan

bir öngörü ile çok erken yaşta lisansüstü derecesini “Soğutma Tekniği” konusunda almaya karar verir.

Teksas Üniversitesi Mühendislik Bölümü dekanı Profesör Woolrich’in Soğutma Tekniği konusunda çok tanınmış bir öğretmen olduğunu öğrenen Melih bey hemen başvuruda bulunur. Yalnızca 4 kişinin alınacağı bu bölüme kabul edilir.

1946 yazından itibaren eğitimine burada devam eder. Bir kısa yaz sömestri, iki normal sömestr sonunda Haziran 1947 de, yüksek notlarla, lisansüstü, diplomasını alır.

Okul bitince Profesör Woolrich’in de yardımı ile Edinburg Teksas’ta günde 300 ton buz imal eden bir fabrikanın montajında çalışmaya başlar. Sonra da Profesör Woolrich’in önermesiyle Dallas’ta yapılacak (o dönem dünyanın en büyüğü) “Soğuk Hava Tesisi ve Buz Fabrikası”nın inşasında başmühendis asistanı olarak çalışır.

1949 yılı bitmek üzereyken tesis işletmeye açılır. Melih Gürsoy eğitimini tamamlamış “soğutma tekniği” konusunda deneyimli bir uzman olarak İstanbul’a ailesinin yanına döner.  İzmir’de bu konuda teknik danışmanlık yapmak ve proje bürosu açmayı düşünmektedir.

Ancak bir akrabanın önerisiyle iş hayatına farklı bir başlangıç yapar ve Ankara İller Bankasında çalışmaya başlar. O sırada bankanın genel müdürü; sonradan iş dünyasının çok yakından tanıdığı Hulki Alisbah’tır. 3 ay birlikte çalışmalarından sonra, Hulki bey, Ankara’da bulunan Koç Ticaret Türk Anonim Şirketi’nin Genel Müdürlüğüne geçer. Grubun iş alanlarının genişlemesine öncülük eder. Bir çok yeni şirketin kurulmasını sağlar. Koç Holding’in ilk kuruluş projesini hazırlar.

Ankara’da bulunduğu sıralarda Melih Bey bir süre otelde kalır, öğle ve akşam yemeklerini de meşhur Karpiç’de yer. Ankara’nın simgesi, dönemin ünlü simalarıyla anılan lokantada Baba Karpiç o yıllarda herhalde 70 yaşın üzerindedir. Beyaz uzun ipek ceketiyle dolaşır, müşterileriyle yakından ilgilenir. Hatta güzel bir hanım müşteri görünce, ona özel bir meyve tabağı gönderir. Bir akşam yemeğinde gelir, Melih beyin masasına oturur. Kim olduğunu, nerede çalıştığını öğrendikten sonra, “Bakıyorum sen hiç içki içmiyorsun,” der. Melih bey içkinin tadının hoşuna gitmediğini söyler. Karpiç “Dur ben sana bir içki yapayım, bakalım beğenecek misin?” diyerek garsonlardan özel votkasını, biraz limon ve şeker şurubu, bolca buz ister. Karpiç bir bardağa 2, 3 parmak kadar votka koyar, üzerine bir miktar limon suyu ve onun üzerine de şeker şurubu döker ve bol buz ekler. “Hadi iç bakalım, bana da nasıl bulduğunu söyle,” Melih Gürsoy bir yudum alır. “Enfes”, der. Sonradan bu lezzet yıllarca vazgeçilmez olacaktır.

Banka, Karpiç ve otel arasında hayat sürerken bir akşam dayısı Hamit beylere yemeğe gider. Yıllardır görüşmediği teyzesinin kızı Nevhiz hanım ve eşi Şahap bey (Kocatopçu) da oradadır. Otelde kaldığını öğrendiklerinde, evlerinde konuk etmek için çok ısrar ederler. Melih Bey de bir süreliğine kabul eder. Böylece bu yeni üçlünün yaşamında güzel anılara dönüşecek günler başlar.

1950 yılının başlarında Toprak Mahsulleri Ofisi bünyesinde yeni bir bölümün Et ve Balık Soğutma tesislerinin kurulması yapılması için faaliyete geçtiği haberleri gazetelerde yer almaya başlamıştır. İşin projeleri için  Menges adında bir Amerikan firmasıyla anlaşmaya varılmıştır. Melih Gürsoy 20 yaşında “Türkiye’nin İkinci Beş Yıllık İktisat Programı” nda 16 şehirde “Soğuk Hava Depoları” ve “Buz Tesisleri” kurulacağına dair planlamayı fark ederek uzmanlığını bu konuda yapmıştır.

Hulki Alisbah Melih beyin genç bir adamken büyük bir öngörüyle yaptığı seçimin hikayesinden habersiz, Toprak Mahsulleri Ofisi bünyesinde yer alacak projenin başındaki genel müdür muavini Ekrem Barlas’a Melih Gürsoy’un parlak başarılarından ve Amerika’da yaptığı uzmanlıktan söz eder. Karşılıklı görüşmelerden sonra işe başlayan Melih bey bir iki gün içinde bu tesislerin alım heyetiyle birlikte makine ve teçhizat satın almak üzere Frankfurt’a hareket eder. 16 fabrikayı kapsayan söz konusu satın alma için Marshall planı dolayısıyla Amerika’dan karşılıksız alınan 20 milyon dolar harcanır. O yıllarda resmi sektör için yapılan en büyük alımdır, bu. Yurda döndüklerinde CHP iktidarı yerini Demokrat Parti iktidarına bırakmıştır.

1952 baharında Çeşme soğuk hava deposunun montajı tamamlanmak üzeredir. Bu tesis için İzmir’e giden Melih bey, yengesi tarafından övgüyle söz edilen genç bir kızı görmek ister. Her gelişinde çeşitli senaryolar hazırlanmış fakat bir türlü görüşülememiştir. Artık evlenmek istemektedir.

Melih_Gulen_Dügün2 web için

Henüz Amerikan Kız Koleji son sınıfta okuyan incecik, genç, güzel Gülen hanımın gözleri Melih Gürsoy’u ilk anda büyüler. Tanışmanın ardından 1952 aralık ayında evlenirler. Bu yeni evli çift uzun süre Ankara’nın çok renkli sosyal hayatının ayrılmaz bir parçası olur

Et Balık tesislerinde 3.5 sene çalışan Melih beyin 1944 yılında kurduğu hayaller adım adım gerçekleşmektedir. On altı fabrikanın kurulumu bitmiş ve her biri işletmeye açılmıştır.

Melih bey yıllar önce kurduğu hayallerini adım adım gerçekleştirmiş kısa sürede alanında rakipsiz bir uzman olmuştur.

Çalışmayla geçen askerlik sonrası Ankara’dan İzmir’e taşınmaya karar verirler. 45 günlük kızları Güniz’i de alarak İzmir’e dönerler. İzmir’de Toprak Mahsulleri Ofisine bağlı Alsancak Silosu yapımında kontrol mühendisliği yapmaya başlar. Aynı zamanda proje ve teknik danışmanlık bürosunu açar.

Hayatları yeni heyecanlarla sürüp giderken Melih Gürsoy’un 10 yıl önce tanıştığı Teksas Üniversitesi Mühendislik Bölümü Dekanı Profesör Woolrich 1956 yılında Orta Doğu Üniversitesi İlk Rektörü olarak atanır. Bu hoş tesadüf büyük sevinç yaratır. Aynı yıl İzmir’e, Gürsoy çiftine misafir olur.Israrla Orta Doğu Üniversitesinde Soğutma Tekniği dersini bu başarılı öğrencisinin vermesini ister. Ancak Melih bey ve eşi İzmir’den ayrılmayı düşünmezler.

Ankara yolunda Belkahve de Nato Atom Karargâhının tüm mühendislik işine başlar. Bu bina Nato görevlileri (yaklaşık yüz kişinin çalıştığı) için tasarlanan modern bir sığınaktır. Bir vadiye oyulmuştur. Orada hava filtre, ısıtma, soğutma sistemlerinin projesinin başında 10 ay çalışır ve kazandığı parayı ilk şirketi için sermaye yapar.

Tüm bunlar yaşanırken aileye, Müge katılır

1963 de ilk şirketi “Olgu”yu kurar. Türkiye’nin iki büyük ithalatçısı Transtürk firmasından Fuat Süren ve Burla Biraderlerden Eli Burla’yla ortaktırlar. Ekonomiye büyük katkı sağlayan “Olgu” Ege bölgesinde tektir.

İşleri büyüyüp gelişmektedir ,ancak başka firmaların da İzmir’e gelip yatırım yapmalarına çabalar. Koç grubuna bağlı kamyon firması BMC merkezi için yer arayışındadır. Melih Gürsoy’un sanayi odası adına hazırladığı bir raporun sonucunda 1964 de Melih Özakat’ın ve Reginald Galia’nın çalışmalarıyla BMC İzmir’de kurulur. Aynı zamanda da birçok atölyenin, küçük işletmenin gelişmesine hatta İzmirin en büyük fabrikaları haline gelmesine yol açar.

1968 de Melih bey Maksaş Makine Sanayi’ni kurar. Önce “volan kayışı” sonra da “hava kompresörü” üretimine başlar. Almanya ve İngiltere’den on kadar kompresör ithal eder. Bunları söker ve her birinin en kaliteli iyi parçalarını birleştirir. Ortaya ithal ettiklerinin tümünden çok daha yetkin bir kompresör çıkar. “Lupamat” kompresörleri bütün Türkiye ve Avrupa pazarında satılmaya başlar.

1975 de “Santur” adlı dış ticaret firmasını 1978 de “Kompaş”, 1980 de ikinci fabrikası Pnöso izler. Aynı yıl bir başka fabrika da devreye girer.

1980 de Türkiye’den tanınmış yirmi beş işadamı Almanya’ya davet edilir. Bu seyahat Melih Beyle, Şarık Tara arasında yıllar sürecek dostluğun ve işbirliğinin başlangıcı olmuş, dönüşte de “Enka-İzmir” kurulmuştur. Şirket uzun süre ihracatta birinci gelir, sektörde liderliği elinde tutar.

1980 yılında New York’ta yapılacak bir konferansa Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi tarafından konuşmacı olarak davet edilir. Gittiğinde büyük bir sürpriz onu beklemektedir. New York Üniversitesi profesörlerinden Dankwart Rustow’dan öğle yemeğinde birlikte olmak üzere bir not alır.

Bu enteresan buluşmayı anlatmasını Melih bey den rica ettim:

Dankwart Rustow adını görünce hemen aklıma 1941-42 yıllarında Kadıköy, Mühürdar Caddesinde, bize yakın oturan Profesör Rustow ve 17-18 yaşlarındaki oğlu Dankwart geldi. Bütün dünya ekonomistlerinin çok yakın tanıdığı, pek çok kitabın yazarı olan profesör Rustow anti-nazi olduğu için, 1938 yılında Almanya’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış ve İstanbul Üniversitesinde profesör ünvanıyla çalışmaya başlamıştı. Bir yıl sonra da henüz 15 yaşındaki oğlu ın da Türkiye’ye kaçmasını sağlamıştı Galatasaray Lisesine devam eden Dankwart’la Kadıköy’de, kısa sürede arkadaş olduk. Ben Amerika’ya gidinceye kadar hafta sonlarında ve tatillerde hep görüştük. Sonra onlar da ailece Almanya’ya döndüler. Yıllar geçmiş bu konferans anılarımızın tazelenmesine aracı olmuştu.”

1923’de yeni cumhuriyetin ekonomi politikasının temellerini atan İzmir İktisat Kongresinin ikincisi 1981’de yine İzmir’de yapıldığında Melih beyin “İhracatı Arttırma” üzerine tebliği büyük ilgi görür.

Uzun yıllar İzmir Sanayi Odası, İzmir Ticaret Odası, sonra da İzmir Sanayi İhracatçıları Derneği ve İktisadi Kalkınma Vakfı’nda aktif görevler üstlenir. 28 yıl boyunca Pakistan’ın Fahri Konsolosu ünvanını taşıyan Melih Gürsoy; Pakistan Cumhurbaşkanı tarafından “Sitara-i-Quaid-i-Azam” (Pakistan devleti kurucusu Muhammed Ali Cinnah’ın yıldızı) nişanıyla onurlandırılır.

2000 yılı geldiğinde, Melih bey 76 yaşındadır. 2001 de Türkiye’nin büyük bir ekonomik krize gireceğini sezer ve iş hayatından çekilmeye karar verir.

İş hayatının yanı sıra , çok erken yaşta Robert Kolej “İzlerimiz” dergisiyle başlayan yazarlık serüvenine, “Yeni Sabah”, “İktisadi Yürüyüş” le ,1990 dan sonra da “Barometre” ve “Dünya” gazetelerinde devam eder.

Ekonomi ve ekonomi tarihi üzerine okumak, düşünmek, analizler yapmak her zaman Melih Gürsoy’un gündemindedir. Arkadaşları arasında yaygın olan “Türklerin ticareti sevmediği ve azınlıklara devrettiği” tezinin tam anlamıyla araştırılmadan savunulduğunu fark eder.. Kuşaklar öncesinden beri ailesinin yaşadığı, doğduğu şehrin ekonomi tarihini araştırmaya karar verir . Londra British Library, New York Library ve İzmir Milli Kütüphanede günlerce çalışır. Washington da eski İzmir konsolosu, yakın arkadaşı Miss Elaine Smith sayesinde Library of Congress in LC Admiral Briston Collection ve Rare Books bölümünde bulunan bazı belgelerin fotokopilerine ulaşır. Bir tarihçi titizliğiyle dört yüzün üzerinde makale ve belge tarar. 3 yıl süren bu değerli çabanın ürünü “Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz” 1993’de böylece ortaya çıkar.

Bundan hemen hemen 6 yıl sonra da “İzmir Mozaiğinde Belirgin Taşlar” yayımlanır. Melih bey, bu kez de kendisiyle birlikte İzmir ekonomisi içinde değerlendirilen 220 farklı kişinin, aile tarihlerini ve ticaret serüvenlerini aktarır.

melih gürsoy son dönem web için

Neredeyse bir tez gibi hazırlanmış bu kitaplar kütüphane raflarında yerlerini çoktan aldılar. Henüz çıkan “Ekonomik ve Finansal Krizler – Dünü ve Bugünü” kitabı büyük ilgi gören Melih Gürsoy halen İzmir’de yaşamakta. kaybettiği eşi Gülen hanımın yokluğunu biraz olsun hafifleten sevgili ailesi; Güniz, Müge, Cengiz, Semih ve yaşam kaynağı; torunları Deniz’le, Defne’yle mutlu bir yaşam sürmüştür. 2016 Martında hayatını kaybetmiştir. Özlemle ve saygıyla anıyoruz.

  • Dünyadaki Büyük Ekonomik Krizler ve Türkiye Ekonomisine Etkileri ,1989
  • Hava Kompresörleri ve Basınçlı Hava Tekniği, 1991
  • Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz,1993
  • Bir İşadamının Köşe Yazıları,1994
  • Havanda Su Dövüyoruz, 1996
  • İzmir Mozaiğinde Belirgin Taşlar, 1999
  • İşkolik, Roman, 2007
  • Ekonomik ve Finansal Krizler – Dünü ve Bugünü, 2009

KUTU

Melih Gürsoy’un 1993 de yayımlanan “Tarihi, Ekonomisi ve İnsanları ile Bizim İzmirimiz” kitabından bir kesit:

İzmir’e gelen İngiliz konsolosları arasında en tanınmışı muhakkak ki Paul Rycaut idi. 1667-1678 yılları arasında 11 yıl İzmir’de İngiliz Konsolosu görevini yürütmüş olan Paul Rycaut, Türkiye hakkında eserler yazmış ve Türkiye’nin o yıllarda dünyaya tanıtılmasına yardımcı olmuştur.

Paul Rycaut, Londra’da Stocks’ta bir ailenin 13 çocuğunun 11’incisi ve 10 erkek evladın en küçüğü olarak 23 Aralık 1629’da doğmuştu. Babası Peter Antwerpli bir tüccardı ve 1600 yılında Londra’ya gelerek yerleşmişti.

Paul Rycaut ilk ciddi işini ancak 30 yaşına geldiği zaman alabilmişti. Winchilsea III. Earl’ü Heneage Finch’e özel sekreter olmuştu. Heneage Finch İstanbul’a elçi olarak tayin edilince Paul Rycaut’u da beraberinde özel sekreter olarak getirdi. Daha evvel belirttiğimiz gibi o yıllarda İngiltere elçileri kraliyet tarafından tayin ediliyor, fakat maaşları Levant şirketi tarafından veriliyordu. Elçiler beraberlerinde iki sekreter bulunduruyorlardı. Birinci sekreter Levant şirketi tarafından tayin ediliyor, elçinin yokluğunda onun yerine bakıyor ve yüksek ücret alıyordu. İkinci sekreter ise elçi tarafından tutuluyor, ücreti elçi tarafından karşılanıyor ve daha düşük ücret alabiliyordu. Rycaut, elçinin aldığı sekreter olarak İstanbul’a geliyordu ve birinci sekreter Robert Bargrave adında bir gençti. Robert Bargrave Londra-İstanbul yolunda ateşli bir hastalığa yakalandı ve İzmir’de öldü. Bunun üzerine Haziran 1661’de Rycaut birinci sekreterlik görevini de üstlendi ve 6 yıl boyunca istanbul’da her iki işi birden yürütü.

Rycaut İngiltere’nin İzmir konsolosluğunu tayin olur, Konsolosluk maaşını Levant şirketinden alıyor ve o şirketin işlerini takip ediyordu. Salgın hastalıkların getirdiği ölümler dolayısıyla bu bölgeye Londra’da vasiyetlerini hazırlayarak geliyorlardı.

Paul Rycaut’un birinci kitabı, Osmanlı hükümetini ve Osmanlı halkının yaşayışını anlatan ve üç kısımdan oluşan bir kitaptı. Kitabın birinci kısmı Osmanlı Anayasası’nı, yöneticilerin yetişme şekillerini ve merkezi hükümetle eyaletler arasındaki bağlantıları ele alıyordu. İkinci kısım dini ve moral konuları ele almıştı. Üçüncü kısım ise Osmanlı ordusunu ele alıyor ve bu ordu hakkında bilgi veriyordu.

Paul Rycaut’un İzmir’de konsolos olarak bulunduğu sırada yazdığı ikinci kitabı, günümüze kadar gelen dönmelik olayını başlatan Sabbati Zevi hakkında yazdığı kitaptır. 1619 yılında Londra’da yayımlanan Üç Meşhur Sahtekarın Tarihi adlı kitabında Paul Rycaut olayı şöyle anlatıyor.

1626 yılında İzmir’de zengin bir Musevi işadamının oğlu olarak doğan Sabbatai Zevi, akli depresyon içinde bir hayalciydi ve 1650 yılına gelindiğinde kendisinin bir Mesih olduğunu, kurtarıcı olduğunu iddia etmeye ve İzmir’de Museviler arasında problem yaratmaya başlamıştı. Bu hareketleri o kadar ileri gitmeye ve öyle müritler bulmaya başladı ki İzmir’deki Musevi dininin yöneticiler, hahamlar, kendisini şehirden kovmaya, İzmir’den uzuklaştırmaya mecbur kaldılar. 1650 yılında Ortadoğu’ya, Suriye Filistin bölgesine giden ve bu bölgede aynı iddialarla başıboş dolaşmaya başlayan Sabbatai Zevi, bir süre sonra kendisine Gazalı Nathan’ın tanıtım propagandalarıyla sahte mesih Sabbatai Zevi’nin müritleri birdenbire çoğaldı, artmaya başladı. Ünü bütün dünyaya, İngiltere’den Batı Avrupa’daki Museviler’e, bütün Osmanlı topraklarına ve tabii bu arada Ortadoğu’ya yayıldı. Bazı iddialara göre Avrupa’daki müritlerden bir kısmı vapur kiralayarak, toplu gruplar halinde Ortadoğu’ya kendisini görmeye gitmeye başlamışlardı.

Sabbatai Zevi 1665 yılı yaz sonunda tekrar İzmir’e döndü ve bu tarihten sonra geçen 4 ay içinde İzmir Peygamber Zevi’nin merkezi oldu. Olaylar kitleler halinde yollarda histerik günah çıkartma sahnelerine dönüştü ve hızla tüm Musevi dünyasına yayıldı. 1665 yılında karadan İstanbul’a gitmek üzere ayrıldığında, Musevi topluluğunun büyük çoğunluğu padişahın Zevi lehinde bazı haklar tanıyacağına inanıyordu. Fakat daha İstanbul’a varmadan tutuklandı ve İstanbul’da hapsedildi. Önceleri müritlerin kendisini görmelerine izin verilmiyordu, fakat kısa bir süre sonra Köprülü Ahmet Paşa’nın kendisi ile hapishanede yaptığı bir konuşma üzerine müritlerinin kendisini ziyaretine izin verilmeye başlandı. Bir kral edasıyla peygamber olarak, müritlerini hapishanede kabul ediyor ve onlara ne yapmaları veya yapmamaları gerektiğini bildiriyordu. Ortalığı çok fazla karıştırmaya başlayınca Eylül 1666’da padişah, kendisini Edirne’ye getirtmek zorunda kaldı. Padişahın önüne geldiğinde balonu tamamen sönmüş ve korku içinde kalmıştı. Kendisinden ıstıraplı bir ölüm ile derhal Müslümanlığı kabul etmesi arasında tercih yapması istendiğinde, hiç düşünmeden Musevi başlığını çıkartıp attı ve Müslümanlığı kabul ederek başına sarığı geçirdi.”

A. Handan Yalvaç 

Eylül, 2009

Published by

Bilinmeyen adlı kullanıcının avatarı

handanyalvac

Wordpress'i biyografi için kullanıyorum.

Yorum bırakın