
Hannelore Möller (Meral Göksel)25 Nisan 1930’da Almanya’da doğar. Çocukluğu, gençliği II. Dünya Savaşı’nın sert koşullarında geçer. Genç hemşire Hannelore 1953’te Kore savaşı sonrası Pusan’da kurulan Alman Hastanesi’nin, sonra da 1957’de Ankara Hacettepe Çocuk Hastanesi’nin kuruluşunda çalışır.
Meral Hanım’ın çocukluğu (Hannelore Möller) Schleswıg Holstein eyaletinde Hamburg ile Lübeck arasında Bad Oldesloe’de küçük bir köyde; Alt Fresenburg’da geçer.
Babasından ayrılan annesi Hannelore’i henüz on günlükken Helen Boutin’e emanet eder ve yaşamakta olduğu Bremen’e geri döner. Orada bir yayınevinde sekreter olarak çalışmaktadır. Düzenli olarak para göndermeyi sürdürür. O sıralarda Helene Boutin 55 yaşlarındadır. Küçük bebeği benimser adeta kendi çocuğu gibi büyütür. Hannelore 36 yaşında gerçeği öğrendiğinde de hiçbir şey değişmez. Annesi Helen Boutin’dir. Dört aile “L” şeklinde yapılmış eski bir sarayın odalarında Baron von Jenish’ın kiracısı olarak yaşarlar. Saray 18. yüzyılda ünlü mimar Christian Frederik Hansen tarafından yapılmıştır.
Tek çocuk olmasına rağmen savaş yıllarına kadar eğlenceli bir çocukluk geçirir. Civarda arkadaşları vardır. Genç öğrenciler de köye yaz aylarında kamp için gelirler. Aileler çiftlikte tatillerini geçirirler.
1936’ın Nisan ayında Hannelore Bad Oldesloe’de ilkokula başlar.
Savaş Franz List’in bir parçasıyla ilan edilir
İkinci Dünya Savaşı 1 Eylül 1939’da Alman ordularının Polonya’yı işgaliyle başlar.6 yıl boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde sürer. Ardında 52 milyon ölü, milyonlarca yaralı, acı ve gözyaşı dolu enkaz bırakır. Mayıs 1945’te son bulur.
Meral Hanım Franz List’in bir parçasıyla savaşın ilan edildiğini hatırlıyor. Henüz 9 yaşındadır. Savaşı aşama aşama önce hissederler sonra da canlı tanığı olmaya başlarlar. Gece sirenler çalınca dışarı çıkarlar. Tarlalara, çayırlara giderler, tehlikenin geçmesini beklerler.
Bir gün Hannelore arkadaşı ile birlikte akasya ağacının altında kumlarla oynarken bir duyuru yapılır. Naziler köyde, Nazi bayrağının asılmasını istemektedir. Bunun üzerine Annesi Helen şeritli, siyah, kırmızı, beyaz imparatorluk Kayzer zamanından kalan bayrağı bir direğe asar. Çünkü başka bayrakları yoktur. Çok geçmeden bir araba gelir; iki SS gelir ve küfrederek bayrağı çıkarır. Hannelore ve arkadaşı o gün bu iki kahverengi üniformalıya asla Hitler selamı vermemeye karar verirler.
Yoksulluk ve acı dolu günlerdir. Devlet bir miktar kömür verse de yeterli değildir. Çiftlikten de az da olsa odun ve patates verilmektedir. Ama kışlar çok ağırdır. Küçük Hannelore de bütün çocuklar gibi ormana odun toplamaya gider. Yalnızca bazı ağaçların kesilmesine izin vardır. Odunları el arabasına koyup getirdiğinde ayakları kıpkırmızı olmuştur. Bütün gece donmuş ayak parmaklarını ısıtmakla geçer. O kış iki kez bu olayı yaşamıştır. Okullar o sene kapalıdır.
“Kendimizden başka kimsenin bize yardım edemeyeceğini biliyorduk. Yalnızca hayatta kalmaya uğraşıyorduk.” diye anlatıyor Meral Hanım ve bu mücadele dolu günleri aktarıyor. “Sonbaharda koyunların tüylerini toplardık. Koyunla dikenli tellerden geçerken tüyleri takılı kalıyordu. Ve biz onları topluyorduk. Sonra da yıkamadan eğirip, ip haline getiriyorduk. Kendime yarım eldivenler ördüğümü hatırlıyorum. Ellerim donmasın diye gece gündüz çıkarmadan bu eldivenleri giyiyordum. Yazlar nispeten rahat geçiyordu. Hasat zamanı tarlalara buğday, patates toplamaya gidiyorduk.Getirdiğim başakları annem büyük bir çuvala koyuyordu. Havaya kaldırıyordu, rüzgâra karşı. Ben de arkasından vuruyordum kabukları uçsun, diye.Sonra da buğdayları ayırıyorduk.Epeyce zaman alıyordu. Teyzem de buğdayları saatlerce kahve makinesiyle öğütüyordu.
Biraz haşlıyor, biraz tuz ve yağ koyuyorduk. Tok tutuyordu. Ekmek yeterince yoktu. Bir gece habersizce aldığım bir parça ekmeği battaniyenin altında kemirirken, anneme yakalandım. Bir iki gün sonra annemin yastığının altında sonra da teyzemin yastığının altında da bir parça ekmek buldum.Hepimiz o kadar açtık ki birbirimizden habersiz, biribirimize hissettirmeden ufacık ekmek parçasıyla açlığımızı dindirmeye çabalıyorduk.Neyse ki çocuklara az da olsa çiftlikten süt veriliyordu.En küçük olduğum için de annemle teyzem herşeyi bana vermek istiyorlardı.
Yeterince reçel, peynir, salam yoktu. Karne vardı. Bütün pulları veriyorduk yalnızca bir parça tereyağı alabiliyorduk. Bodrum katta bir kase içinde saklıyorduk. En kuvvetli besinimiz şeker pancarından yaptığımız pekmezdi.
Oldukça güçlükle yapılıyordu. İlk önce baltayla samanların altındaki topraktan 50 kg kadar pancarı çıkarıyorduk. Sonra çamaşırlıkta soğuk su ile yıkayıp ve fırça ile beyazlaşana kadar fırçalıyorduk. Sonra pancarları hepimizin ortaklaşa kullandığı bir makineyle ezip suyunu çıkartıyorduk. Sonra da ince bir tülbentten geçirip süzüyorduk. Kocaman çamaşır kazanında da bu sıvıyı pekmez haline gelene kadar saatlerce kaynatıyorduk. Bu işlem 8-9 saat sürüyordu. Buz gibi odada sabaha kadar eldivenler, şapkalarla, pekmezin oluşmasını bekliyorduk.
Sonunda iki, üç kavanoz pekmez çıkıyordu. Besin değeri çok yüksekti. Ekmeğimize sürüp yiyorduk. Aslında giderek hep tekrarlanan bir seremoniydi, bu. Yeni zorluklar yeni keşifleri de beraberinde getiriyordu. Böylece savaşın getirdiği kaygıyı biraz olsun hafifletiyorduk.
Hannelore (Meral Hanım) “Korku dolu günlerdi, Yahudi olmanız gerekmiyordu, Nazi Konsantrasyon Kampları hiç de uzak değildi”, diye anlatıyor. “Lisedeydim, öğretmenlerimizden birini bir daha hiç göremedik. I. Dünya Savaşı’nda savaşmış; İngilizce ve aynı zamanda tarih öğretmeniydi. Soru bile soramadık.”
“Ama çok uzaklardan Amerika’dan gelen küçük yardımlar büyük iş görüyordu. O yıllarda postacılar kadındı. Bisikletle dağıtım yapıyorlardı. Bir gün Amerika’dan, Chicago’dan bize bir paket geldi. Annemin bir arkadaşı göndermişti. İçinden bir kavanoz dolusu sigara çıktı. Çok sevindik. Sigara ne işler görüyordu, bir bilseniz. Mesela ocak borularını temizletmek için iki sigara veriyorduk. Bir keresinde paketten tam 20 dolar çıktı, paketten. O zaman ki dolar, markın 4 katıydı.
II. Dünya Savaşı’nın özelliklerinden biri de iki tarafın da bir diğerini havadan bombalayarak yenme çabasıydı.
1941’de Hamburg’un feci bir şekilde bombalanmasını gökyüzündeki simsiyah bulutlarla yaşarlar. Hava kuvvetlerinden büyük bir bölümünü SSCB’ye gönderen Almanların İngiltere’ye dönük hava saldırıları 1941 Mayısına doğru azalmıştı. İngilizlerin Almanya’yı ciddi bir biçimde bombalamaları da bu döneme rastlar. Köln, Essen, Bremen, Hamburg ve başka Alman kentlerine yoğun hava saldırıları düzenlendi. Başlangıçta bombalar tam hedefi bulamıyordu. Ama daha sonra eğitilmiş havacıların kullandığı keşif uçakları geliştirildi. Bunlar radar yardımıyla hedefi bulunuyor ve tam üzerinden atarak yerini belirliyorlardı. Belli başlı hedefler çelik üretim alanları, savaş gereçleri yapılan fabrikalar, limanlar, petrol rafinerileri ve demir yollarından yükleme yapılan merkezlerdi.
İngilizlerin uçakları Yedi kiliseli şehir olan Lübeck’i de bombalar. Kiliselerin çoğu harap olur. “Marienkirche” kilisesi içlerinde en meşhur olandır.
Öyle ki 1705’in Kasım ayında Bach’ın Lübeck’e geldiğinde çaldığı org buradadır. Hatta bu kutsal org savaş boyunca özenle saklanır. Bach, dünyanın yaşayan en büyük orgcusu kabul edilen ve o tarihlerde 70 yaşına yaklaşmış Dietrich Buxtehude’yi Lübeck’de ziyaret eder, onun org çalışını dinlemek için 350 km yol kat eder. Bach, Buxtehude’den ve Lübeck’te duyduklarından öylesine etkilenmişti ki, Arnstadt’taki kilise yöneticilerinden aldığı iznin dört hafta olduğunu unutup bu kentte dört aya yakın bir süre kalır. “Marienkirche” savaştan sonra aynı tuğlalar kullanılarak yeniden yapılır.
Savaş Yorgunu Trakehnen’ler
Savaş sırasında Prusya kralı Frederick Wilhelm I’in ta 1732’de askerlerinin daha hızlı ve dayanıklı bir şekilde sevkiyatını sağlaması üzere oluşturduğu “Trakehnen Kraliyet Harası”ndan atların öyküleri de son derece acıklıdır. II. Dünya Savaşı’nda oldukça ağır işlere koşulurlar. Sovyet ordusunun Batıya göç etmeye zorladığı bu dönemde atlar sahiplerinin ve tüm eşyalarının içinde bulunduğu vagonları çekerler. Bir çok at bu zorlu koşullara dayanamaz ve kırılan buzların arasında can verir. Atların %10’undan azı Batı Almanya’ya kadar ulaşabilir. Birçoğu ise Sovyet ordusu ve Polonya Hükümeti tarafından savaş ganimeti olarak ele geçirilir.
İşte bu dönemden bir kesiti Meral Hanım aktarıyor:
“1944 yılıydı atlı arabalarla yabancılar köyümüzün yakınlarına geldiler. Bunlar Rusya’dan kaçan Alman ailelerdi. İçlerinde genç kızlar, yeni doğmuş bebekler vardı.
Konaklamak için yer arıyorlardı. Neredeyse 10 araba vardı. Arabalardan birine bindim ve onları bizim köye getirdim. Komşularla hep birlikte bu yorgun konukları paylaştık. Sağlıklı olanlar ahırlarda yattılar. Arabaları çeken atlar meşhur Trakehner’dı. Çok uzun yoldan geliyorlardı; atlar tanınmayacak durumdaydı. Onlara yem verdik, su verdik. Yoksulluk ve sefaletten acınacak haldeki bu misafirler bir, iki gün bizde kaldıktan sonra yaşanacak yeni yerler aramak üzere yollarına devam ettiler. Ne kadar çok ölü at gördük; yol kenarlarında, anlatamam.”
İngilizler köyde
1945 yılıydı. Kente giderken tankların geldiğini gördük zaten yol kapatılmıştı. Annem “İngilizler”, dedi, hemen eve döndük. İki tank gelip bizim çimlerin üzerinde durdular. İngilizler indiler ve eve bakmak istediklerini söylediler. Bizim iki odamız vardı; beş kişi kalıyorduk; teyzem, annem ve annemin arkadaşının iki çocuğu. Bir odaya sığınmak zorunda kaldık. Ben ilk önce piyanomu kilitledim. Annem “aç onu, yoksa kırarlar”, diye uyardı. Tesadüfen aralarında bir piyano hocası da vardı. İngilizler oldukça nazikti bize hiç bir zarar vermeden üç ay kadar kaldılar. Bol bol piyano çaldılar, hatta bana ders bile verdiler.
İngilizler’in gelmesiyle Nazi İdari binası (Brauneshaus) artık onların yönetim ofisi oldu. Evimizin arkasında buz pateni yaptığımız küçücük bir göl vardı. İngilizler de geldiler, vali, üst düzey subaylar başladılar buz pateni yapmaya. Subaylardan birisi acemice kaymaya çalışıyordu, ama her seferinde de düşüyordu. Acıdım ona, yanına gittim “size buz pateni öğretebilir miyim?” diye sordum. 50 yaşlarında bir askerdi. Bu teklifi yaparken aynı zamanda subayın bana ayakkabı verilmesi için bir ricada bulunup bulunamayacağını da, düşünüyordum. Okul için senede bir kez deri ayakkabı bir kez de keten ayakkabı alma hakkımız vardı Ancak iki senedir ayakkabı verilmemişti. Ayakkabılarım çok eskimişti, Ayakkabımın önünü arkasını kesmiştim, öylece giyiyordum.
Gerçekten de subay kaymayı çabucak öğrendi. Oldukça sempatik biriydi. Bir ara “ayakkabı” problemimi anlattım. Kibarca mektubu yazdı.Elimde iznim ayakkabıcıya gittim ve Oxford stilinde güzel bir ayakkabı aldım.”
“Sonunda harp bitti, silahlar bırakıldı. İngilizler bir parti verdiler ve annemi de kutlamaya davet ettiler. Annem ufak tefek bir kadındır. Ancak birden sanki devleşmişti. “Biz savaşı kaybeden taraftayız,; bunu kutlamamı istemezsiniz, herhalde” diyerek çıkıştı. Bunun üzerine İngiliz subaylar özür dilediler.
Eski paramızın kıymeti yoktu. Devalüasyon oldu. Yeniden hayata başlamak için her birimize yalnızca 12 mark verildi. Bahçelerimizde yetişen sebzeleri çarşıda sattığımızı hatırlıyorum.”
5 Haziran 1947’de Marshall Planı’nın kabul edilişiyle Almanya yeni baştan imar edilmeye başlar.Bu dönem Hannelore ‘nin biyoloji öğretmeninin kızını örnek alarak Kiel’deki hemşirelik okuluna başlamasına denk düşer. Okul yatılıdır. İki yılık eğitimden sonra üçüncü yıl tezini yazar ve çocuk hemşiresi olarak mezun olur. Sonra da Hamburg’da Alman Kızılhaç Hastanesi’nde iki yıllık genel eğitimini tamamlar.
Pusan’da bir Alman Hastanesi
Almanya’nın ilk Başbakanı Konrad Adenauer’ın Amerikalılar ile anlaşmasından sonra savaşı ağır yaşamış Almanlar Kore harbi bitmek üzereyken Pusan’da bir Alman Hastanesi kurmaya karar verirler. 80 kişilik Kızılhaç ekibinde 11 doktor, 25 hemşire ve diğer yardımcılar vardır. Hannelore Möller henüz 23 yaşındayken okuldan mezun olur. Kiel’deki Princes İrene Cemiyeti’ne bağlı olarak Kore’ye giden ekip içinde yer alır.
Büyük pervaneli charter uçağı ile Dusseldorf’dan Cenevre’ye giderler. 1 saat kaldıktan sonra Roma’ya oradan da Kahire’ye geçerler. Sonra Karaçi’ye gelirler. Orada Kızılhaç hemşireleri tarafından karşılanırlar. Almanların en gözde yemekleri patates ve kızarmış yumurta orada sempatik bir şekilde ikram edilir. Karaçi’den Bangok’a geldiklerinde sabaha karşı 4’tür. Havada tatlı bir serinlik vardır, buzlu meyveler yorucu yolculuklarını biraz olsun hafifletir. Bangok’tan da Okinawa’ya geçerler. Durdukları her yerde içtenlikle karşılanırlar; yakıt alıp yollarına devam ederler. Okinawa’dan 4-5 gün kalacakları Tokyo’ya gelirler. 1954’ün Şubat ayıdır. Parklarda dolaşır Hakuni Gölü’nde gezerler, olağanüstü Fujiyama’yı görürler.
Sonunda Güney Kore’ye Pusan’a gelirler. Savaşın ağırlığı hala hissedilmektedir. Beyaz giysili yas kıyafetleriyle dolaşan insanlar çoğunluktadır. Savaşı bütün zalimliğiyle yaşamış Almanlar bu görüntülere hiç de şaşırmazlar. Önceleri hastaneleri yoktur. Barakaların içinde yaşarlar. Çocuklara bakmak için arabalarla köylere giderler. Çocukların %85’i hastadır. En yaygın rastlanan “parazit”dir. Koreliler gelen bu yardım ekibini sıcacık karşılarlar. Geçmişte Alman rahiplerin öğrettiği şarkıları teşekkürleriyle sunarlar. Evlerinde davetler verirler. Ekip de daha Almanya’dayken sempatik bir Benedictine Rahibi’nin kendilerine az da olsa öğrettiği Korece’yle konuşmaya çabalar. Ancak rahibin Kuzeye Korece bildiği ortaya çıkar.
Günde aşağı yukarı 100 çocuğa bakılmaktadır. 3 ay barakalardaki konaklamadan sonra Amerikalılar eski bir kız lisesini boşaltırlar. Bu arada bina hastane olmak üzere organize olurken ekibe dört haftalık bir izin verilir. Meral Hanım, arkadaşı başka bir hemşireyle Mart sonunda efsanevi “Sakura” yı görmek için Tokyo’ya giderler.

Beyazdan pembeye kiraz çiçekleri
“Sakura” aslında meyve vermeyen bir kiraz ağacı türüdür. Hem ağacın hem de çiçeklerinin ortak adıdır. “Sakura” Japonlar için hem ülkenin hem de bireysel geçmişlerinden gelen pek çok şeyi ifade eder. “Sakura”nın yavaş yavaş, solması ve yere düşmesi bir anlıktır. Faniliğin simgesi, düşen çiçek yaprakları ise savaşta ölen Samurayları temsil eder. Mevsim dönümünün simgesidir. Pirinçlerin yeşerdiği dönemin habercisi olan bir ikramdır. Farklı yaprak çeşitleri, renkleri ile her yıl çiçek seyri etkinliklerinin gözdesidir. Kiraz çiçeği takvimi, “Sakura Zensen” bu etkinliklerin zamanı ile belirlenir. Ocak ayında Okinawa’dan başlayıp Kyoto, Tokyo ve mart sonu nisan başı açan kirazların mevsimi Hokaido adasında son bulur. Kiraz çiçeğinin ilk açtığı (Kayika’dan) tam açtığı (Mankai) döneme kadar olan seyir dönemi kısadır. Bu dönemde mali dönem ve okullar başlar. Tapınakların görsel şöleni de kiraz çiçekleri yerini alır.
Doğum gününü Japonya’da “kiraz çiçekleri”nin gölgesinde kutlayan Hannelore döndüğünde 1954’de Pusan Alman Hastanesi açılmıştır. O gün 3000’e yakın hasta Kore’nin çeşitli yerlerinden akın ederler.
Bir yandan hastalara bakarken diğer taraftan da Korelilere bebek bakımını öğretirler. Doktorlardan biri ilk kez gördükleri bir “Parazit” örneğini Almanya’ya gönderir. Hatta tezini bunun üzerine yapmaya karar verir. Bu arada bazı kadınlar tesadüfen oğlan doğurur. Bu olay dilden dile dolaşır. Oğlan çocuğu isteyen hamile kadınlar hastanede doğum yapabilmek için sıraya girerler. Hannelore bir yıla yakın kaldığı hastanede diğer hemşirelere de ders verir.Kiel’den ayda 45 mark ödenir. 10 mark da Kızılhaç’tan alır.
Bu yoğun çalışma içerisinde kimi zaman eğlenceye de zaman vardır. Seoul’den gelen bir tiyatro grubunun konserine giderler.16. yüzyıldan kalma bir eseri seyrederler.Koreliler onları onlar da Korelileri çok sever. Hannelore’ e ipekli geleneksel bir kostüm bile hediye ederler.

Hannelore Möller Ankara’da
Kore dönüşünde Mainz’da Meral Hanım başhemşirelik yapar. Bu esnada ileride evleneceği Karlsruhe Teknik Üniversitesi’nde doçentlik tezini yazmakta olan bir Türk’le; Adnan Göksel ile tanışır. Adnan Bey 1924 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi’nden sonra Tübitak’da çalışmış geleceğin ünlü bilim adamlarından birisidir.
Hannelore ilginç bir tesadüfle Türkiye’de açılacak Hacettepe Çocuk Hastanesi’ne çalışmak için başvuruda bulunur. 1957’nin Ocak ayında İhsan Doğramacı’nın davetlisi olarak Ankara’ya gelir. Biri diyetisyen olmak üzere üç Alman hemşire ile bir grup oluştururlar. Hemen o arada da Türkçe öğrenmeye başlar. Hastane tamamlanana kadar Yüksel Palas’ta 49 numaralı odada kalır. Çok genç bir yaşta farklı ülkelerdeki bir başka hastanenin kuruluşuna tanık oluyordur. Hemşirelere ders verir, hasta çocuklara bakar ve annelere bebek bakmayı öğretir. İlk açılan bölüm “premature”dir.
Başkentin hararetli ama aynı zamanda nezih ortamını çok sever. Ve yine tesadüfen Adnan Göksel de Ankara’da askerliğini yapmaktadır. Ancak o dönemde devlet personelinin yabancılarla flört etmesi bile yasaktır. Hannelore yakın takiptedir. Türk vatandaşı olmak için başvurmuştur. Bu kaçamak ilişki üç yıl kadar sürer.Hannelore 27 Mayıs’a tanıklık eder. Hatta “555K” eyleminde bile bulunur.Ta ki 27 Mayıs’tan sonra “yabancılar yasası” değişir. T.C. vatandaşlığını alması 3 yıl sürmüştür.

Nihayet evlenmek için müracaat ederler.1960, 30 Haziran günü gelinliği elinde Ankara Garı’ndan İstanbul’a hareket eder. Haydarpaşa’da indiğinde ilk önce müstakbel kayınpederini görür. Elinde kocaman bir çikolata ile gelinini bekliyordur. Nikahları Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde 8 Temmuz’da kıyılır. İkisi de ‘bir evde iki din olmaz’ diye karar vermişlerdir. Hannelore; Meral ismini alır. Bu arada köyün rahibi annesi Helene’e endişelerinin yersiz olduğunu ima ederek; dinler arasında fazla fark bulunmadığını söyler ve Almanca yazılı bir Kur’an hediye eder.
Adnan Bey’in annesi Macide Hanım ünlü bir aile olan Edip Paşa’nın kızıdır. Aynı aileye mensup çok sayıda bakan, büyükelçi ve profesör vardır. Genelkurmay eski başkanı Orgeneral Necip Torumtay da bu aileye mensuptur. Aile 450-500 yıl kadar önce muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman döneminde Kafkasya’dan gelip Osmanlı Devleti tarafından Şeyhler nahiyesine yani Kaynarca ilçesine yerleştirilmişlerdir.
İki buçuk ay kadar kayınvalidesi ve kayınpederinin yanında Üsküdar’da Eczane sokakta oturan çift , Adnan Bey’in Amerika’ da “Fullbright Bursu” kazanması üzerine Michigan’a giderler. Nesrin ve Gül orada doğarlar. 1962’de bursun süresinin dolmasıyla birlikte yeniden İstanbul’a gelirler.Bu arada Yeşilyurt’ta yaşamaya başlarlar. 1964’te Meral Hanım çok sevdiği annesi Helene Boutine’yi kaybeder. Daha sonra da Adnan Bey’in babası vefat eder. Adnan Bey öğretim üyeliğini sürdürürken “metalurji” alanındaki dünya çapındaki buluşları, patentleri gün ışığına çıkar. 1965’te “Greencard”ları çıkmıştır. Yeniden Amerika’ya Michigan’a gelirler ve orada Sibel doğar.
Michigan yılları
Yıllar geçer; kimya profesörü Adnan Bey”metalurji” dalında yaklaşık 40 kadar patentin sahibidir. Meral hanım ise çocuklarıyla ilgilenirken ilkokul çağındaki eğitime adaptasyonu zor olan çocukları eğitmek için 15 yıl aktif olarak çalışır. Küçüklüğünden beri “Bach” korolarında şarkı söyleyen Meral Hanım Amerika’da Michigan’da bir koroda çalışmalarını sürdürür.
Başka bir ilginç tesadüf ise yıllar sonra yaşanır. Michigan Technology’e master yapmaya gelen Necla ve Bülent Cedetaş’ın oğlu Burak Cedetaş Sibel ile tanışır ve evlenmeye karar verirler. 2002’de Adnan Bey’i kaybeden Meral Hanım 7 yıldır New Jersey de kızı Gül ile oturuyor.
ABD’de yaşayan Nesrin ve Selçuk’un çocukları Leyla ve Aylin’le ve İstanbul’da yaşayan Sibel ve Burak’ın çocukları Cem ve Kaan’ı ara sıra hasret gideriyor.
Ömrünce sürdürdüğü zorlu mücadeleye rağmen hiç eksilmeyen sevgi dolu yaşam enerjisini bizimle paylaştığı için kendisine sonsuz teşekkürler.